Τετάρτη 14 Νοεμβρίου 2012

Özgürlük... Tarifi imkânsız bir duygu özgürlük. Özgürlük, herkesin yeterince algılayamadığı halde, anlatmaya çalıştığı bir histir. Yaklaşıldığı kadar ısıtan bir ateş, dokunulduğu kadar yakan bir kıvılcım gibidir.

Haber: VAHİT TURSUN / Arşivi Özgürlük... Tarifi imkânsız bir duygu özgürlük. Özgürlük, herkesin yeterince algılayamadığı halde, anlatmaya çalıştığı bir histir. Yaklaşıldığı kadar ısıtan bir ateş, dokunulduğu kadar yakan bir kıvılcım gibidir. Sınırlı olduğu kadar infial, sınırsız olduğu kadar inhizam yaratır. İlginçtir ama, her iki ucunda, tam karşıtı olan köleliği barındıran bir yelpaze gibidir özgürlük. Özgürlük öyle bir duygu ki, onu gasp eden de onu yaşayamaz. Bir gün elinden alınacağı paranoyası altında, korkusuna köleleşir. Platon, "Aşırı özgürlük, devlet ve bireyde köleliğe dönüşür" demişti. Özgürlük adına Sofuklis (Sofokleous) "Ayaklarıma pranga vurabilirsiniz, fakat inancıma vuramazsınız. Zeus bile beni mağlup edemez" diyerek, tanrısına bile restini çekmişti. Binlerce yıldır özgürlük, hep böyle atasözlerine süs oldu. Şiir mısralarına eklendi. Savaşçıların silâhından çıktı. Ve insanlık kendini bildi bileli, özgürlüğü gasp edenle onu kaybeden arasında savaş yaşadı. Bence özgürlük, paylaşıldığı kadar sahip olunabilen bir duygudur. Onu paylaştığınız kadar ona sahip olabilirsiniz. Ona sahip olduğunuz kadar çocuksunuz. Onu hissettiğiniz kadar olgun ve üretkensiniz. Onu armağan ettiğiniz kadar sevebilir, onu feda ettiğiniz kadar âşık olabilirsiniz. Kalıcı birlik ve beraberlikler, dostluk ve kardeşlikler, bu duygunun paylaşıldığı ortamda sağlanabilir. Ve özgürlük yakalanıp zincirlense de, her yeni doğan, özgür doğuyor yine... Biz de böyle, herkes gibi anamızdan özgür doğduk. Trabzon ili Çaykara ilçesine bağlı, "Oçena (Köknar)" adıyla bildiğimiz bir köyde dünyaya geldik. Anadilimiz Türkçe değildi. Kendi dilimize "Romeyika" diyorduk. Bizim için Romeyika, sevgiyle şehvetin, gülücükle mutluluğun, yardımla dayanışmanın flörtünü tarif etmenin aracı gibiydi. Anadilimiz yasaklandı Anadilimiz ile ilgili sıkıntılarımız, ilk kez ilkokulda başladı. Her gelen öğretmen, anadilimizde konuşmamızı yasaklıyordu. Bazen korkutulduk, bazen dövüldük konuşabilme adına. Hatta, Romeyika konuşanı ispiyonlamamız istenirdi bizden ama yapmazdık. Kendi dilimizde gülüp oynamaya, dövüşüp barışmaya devam ederdik. Zamanla, farklı konuşup farklı öğrendiğimiz dil hakkında, büyüklerimize soru sorar olduk. Öğrendiğimiz dile Türkçe, kendi dilimize de Rumca dendiğini öğrendik. Ancak, neden farklı dil konuşup farklı dil ile eğitim aldığımız konusunda, tatmin edici yanıt alamıyorduk. Her defasında, bize kaçamak yanıtlar veriliyordu. En çok tekrarlanan, "Romeyika ile adam olunmuyor" yanıtıydı. Sonuçta adam olduk mu olmadık mı bilinmez ama, Türkçe'ye ilk kez "merhaba" dediğimiz bir dönemi böyle bitirmiştik. İlerleyen yıllarda, anadilimiz Rumca ve genel olarak kökenimiz hakkında daha net sorular sormaya başlamıştık. Türkçe konuşulan bir ülkede "biz nece konuşuyor ve neden konuşuyorduk, Romeyika dediğimiz anadilimizi bize kim öğretmişti, kimdik, neydik, atalarımız kimdi?" gibi sorular türemişti kafamızda. Herkes kendince bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Kimi dedesinden, kimi babasından duyduğunu anlatmakla yetiniyor, bazıları da kendince bir hikâye uyduruyordu. Ama her konu açılıp kapandığında, Rumlar ve doğal olarak Yunanlılarla bir ilgimizin olduğu kanısı oluşuyordu. En fazla takıldığımız nokta, "Rumca'yı Rumlardan öğrenen Türklerden miydik, yoksa Osmanlının Müslümanlaştırdığı Rumlardan mıydık?" sorusuydu. Çocukluğumuz hep bu sorular ve aldığımız karmaşık ve yetersiz yanıtlarla geçti. Gurbette de sıkıntı çektik Anadilimizle ilgili sıkıntıları, daha sonraları çıktığımız gurbette de yaşadık. Köyümüz insanıyla biraraya gelip anadilimizde sohbet ettiğimizde, yabancı bir dil konuştuğumuzu fark edenlerin sorduğu ilk soru, "nece konuşuyorsunuz?" sorusuydu. Rumca konuştuğumuzu söylediğimizde, ardından bir sürü soru ve akabinde farklı tepkilerle karşılaşıyorduk. Böylece, anadilimiz ile ilgili olarak, ilk defa reel bir eziklik duygusunu, gurbette karşılaştığımız insanlarla yaşamaya başladık. Rumlardan söz edildiğinde, bu milletin "kahpe", "düşman" bir millet olduğu iddiası, bizim de bu toplumla ilişkimizin olabileceği, en azından aynı kökten dili konuştuğumuzdan dolayı, bize de yöneltilen bir hakaret olabileceği düşüncesi, psikolojimizi rencide ediyordu. Bu nedenle, zaman içinde kendi dilimizi saklama ihtiyacı hissettik. Her soran kişiye, "Lazca konuşuyoruz" diye yanıt vermeye başladık. Çünkü, her Karadenizliyiz dediğimizde, "Laz mısınız" sorusuyla karşılaşıyor, "evet" dediğimizde ise, çoğu kez sempati ile karşılanıyorduk. Anadilimiz ile ilgili sıkıntılarımıza, sadece karşılaştığımız fanatik kişiler neden olmuyordu. Bu sıkıntımıza, bazı Türk filmleri de tuz biber ekiyordu. Bu filmlerde sahnelenen Türk kahramanlığı ve buna karşın Rumların trajikomik vaziyeti, bize bu iki toplum arasında bir seçim yapma zorunluluğu dayatıyordu. Ya doğru, dürüst, çalışkan, kahraman bir Türk'tük ya da savaşmaktan aciz, entrikacı, haksızca Türklere eziyet eden, daha da kötüsü "gavur" bir Rum'duk. Ancak bu seçim hiç de kolay değildi. Çünkü anadilimiz, bu tür seçime ayak bağıydı. Bu tür filmleri izlerken, çok ilginç, belki de tarihin insan üzerinde şahit olmadığı bir duygu karmaşası yaşıyorduk. Bir taraftan filmdeki kahraman Türkleri destekleyen bir psikoloji, öte taraftan, tarifi imkânsız bir suçluluk hissi ile boğuşuyorduk. Ezikliğimizi belli etmemek için, filmdeki Türk'ün kahramanlığına, etrafımızdakilerden daha çok seviniyor gibi davranıp beynimizin verdiği farklı sinyallere rağmen, yüzümüzdeki kasları farklı şekillendirmeye çalışıyorduk. Renk değiştirme konusunda, bukalemunlar dahi bizi kıskanır olmuştu. Bugün gelinen noktada, anadiline karşı olan sevgisi ve ona bağlılığıyla lanetlenen bir kimliğin arasında ezilen insanlarımızın birçoğu artık daha fazla direnemedi; birçoğu daha doğuştan itibaren çocuklarına Türkçe öğretme mecburiyeti hissetmeye başladı. Zaten son yıllarda, her geçen gün artarak çoğalan ırkçı söylem ve sloganlarla, gitgide aşırıya kaçan Türk milliyetçiliği karşısında, antik bir kültüre sahip koca bir toplum, tarih sahnesinden çıkarılmak üzere. Bir kültürü yok etmek, o toplumu yok etmekle eşittir. Bu vebalin hesabını tarih önünde kimler verir bilmem.

Δεν υπάρχουν σχόλια:

Δημοσίευση σχολίου