Evet, Anadolu'nun bir rengi daha yok oluyor... Her ne kadar son zamanlarda bunu fısıldayamaz hale gelmiş olsak da, hani şu zengin renklerinden, mozayiğinden söz edip bazen gurur duyduğumuz Anadolu'nun bir rengi daha, dünyanın gözü önünde silinip gidiyor.
Evet, Anadolu'nun bir rengi daha yok oluyor... Her ne kadar son zamanlarda bunu fısıldayamaz hale gelmiş olsak da, hani şu zengin renklerinden, mozayiğinden söz edip bazen gurur duyduğumuz Anadolu'nun bir rengi daha, dünyanın gözü önünde silinip gidiyor. Bu sorunu detaylandırmadan önce, bu rengi yansıtan yerleşim birimlerinden birisi olan Oçena (Trabzon/Çaykara/Köknar) köyünden, orada yaşayan toplumun tarihsel arka planı ve kendine özgü kültürel yapısından söz edelim. Çoğumuzun şimdiye kadar adını dahi duymadığı bu köyü, en azından şimdiye kadar yaşatmış olduğu antik bir dilin yok oluşuyla tanıyalım.
Oçena...
Oçena Karadeniz'de, Trabzon'un Soğanlı dağı vadilerinin birinde bir köy. Köknar, karaçam, gürgen, meşe, kestane, ceviz gibi ağaçlar ve daha binbir türlü bitki ve çiçekler arasında bir cennet; sayısız berrak su kaynaklarının, şarıl şarıl akan ırmakların, derelerin bulunduğu bir vatandır Oçena. Oçena'nın adı bazen Ogene'dir, hem Köknar hem Karaçam'dır. Etimolojik açıdan Elence Okena, Okinon'dur Oçena.
İlk yerlileri Oçena'nın, muhtemelen firariydiler. Osmanlı baskısından kaçıp sığ ormanların kucağına sığınmış, ağaçların arasına karışarak saklanmış, kimsenin onları bulamayacağına inanmış kişilerdi. İlk evleri, ısındıkları ateşin kül ve kömür kalıntılarının ele verdiği mağaralardandı. Hazine var diye yıktığımız yatak yerleri, uygarlık izlerini yansıtan duvarcıklardandı.
Ne kadar uğraştı didindiler bilinmez ama, ilk normal evlerini inşa eder etmez, yakalanmışlardı Osmanlı'ya. Kaydolmuşlardı reaya listesine; dağların özgür vatandaşlığı alınmıştı ellerinden, onu yaşamadan doyasıya. Tarih 1583'tü, keşfedildiklerinde. Sadece beş aileden oluşuyorlardı, dağın zirvesinde kurdukları biricik köylerinde, Oçena'da.
Daha sonraki yıllarda, aralarına farklı yerlerden katılanlar oldu. 1613'e kadar, 49 aile daha katıldı saflarına. Yalnızlıkları bitmiş, muhtemelen şenlikler başlamıştı. Kim bilir ne sohbetler yapılmış, ne horonlar oynanmıştı her akşam, her evde. 54 ailenin dördü Müslüman olduğunu söylemişti Osmanlı saymanına. Gerçek mi değil mi bilinmez ama, Yunanlı yazar Kandilaptis, 1685'te Of despotunun kararıyla toptan Müslüman olduklarını yazar 'Ta Fitiana' kitabında.
Rumca ama...
Oçenalılar, ayrı ayrı yerlerden, muhtemelen Trabzon merkezi başta olmak üzere, Sürmene, Bayburt vb. gibi yerlerden gelip yerleşmişlerdi. Aralarında, Konya civarından geldiğini söyleyen de var, Zaza Kürtlerinden olduğuna inanan da. Fırtınalı bir zamanda, Karadeniz dalgalarının vahşileştiği bir dönemde gelmişti çoğu. Anadili Rumca olan bir toplumun, Çaykara civarında 20'yi aşkın yeni köy kurup yerleşmek zorunda kaldığı bir dönemdi bu dönem. Bizimkiler de, -batan gemilerin yolcu ve mürettebatından- yüzerek Oçena limanına sığınmışlardı. Yaklaşık 150 yıllık Osmanlı'da, antik bir dili unutmadan konuşan kaptanlardanlardı. Ancak herkes, kendi gemisinin şivesini taşımıştı Oçena'ya doğal olarak. Tek bir köyde ve birarada yaşamalarına rağmen, bu farklılıklarını yüzyıllar boyu yaşatabilmişlerdi. Herkes Rumca konuşuyordu fakat, kimi "Staliya" kimi "Parxare" diyordu yaylalara. Bazısı "xortare", bazısı "xolxone" diyordu yeşil otlara. Birisi "etrepo" derken, diğeri "niko" diyordu yenmeğe. Dünün karşılığı olan "opse" bazılarında "extes" olarak karşılık buluyordu, Yunanistan'ın Attica ile İpiros şivesini yansıtarak. Hatırı sayılır sayıda kişinin, genelde isimlerin sonuna, daha eski bir Elence şive formatında "pedi-n, raşi-n, skafidi-n, kalathi-n" örneklerinde olduğu gibi, "n"yi ekliyordu. Önemli bir kısım ise bu örnekleri, "pedi, raşi, skafidi, kalathi" gibi kullanıyordu. Yukarıda "an" diye bilinen çağrı özelliği taşıyan önek, karşılığını "ara" olarak buluyordu Aşağı Oçena'da. Yakın komşumuz Alithinoslular şiirsel konuşurlarken, daha çabuktu Oçenalılar. Bu dile, İslâm'la gelen birçok Arapça kelimenin yanı sıra Anadolu Türkçesi de katılmıştı. Bunlar uzun yıllar tamamlayıcısı olmuştu bu dilin. Rusların Trabzon'u işgalleri sırasında, Of-Bayburt arasındaki yolu açmalarına kadar, sahil ve şehir merkezleriyle pek haşır neşir olamayan, kırsalda ve içine kapanık bir köyün kozmopolit yapısının örnekleriydi bu farklılıklar. Bu nedenle diyebiliriz ki, Oçena küçük bir Karadeniz'di, Anadolu'nun küçük bir örneğiydi.
Dörtte biri gitti
Başta beş aileden başlayan köy nüfusu, 2000 yılı sayımlarına göre, toplam 8,355 kişiye ulaşmıştı. Bugün bu sayının dörtte biri dahi köyde kalmadı, umutsuzluğun umut görüntülü dalgasına kapıldı ve köyü terk etti. Geride kalanlar da terk etmek üzere. Umutla başlayan bir tarih, dramatik geçişlerden sonra, hüzünle karışıp nostaljiye bırakıyor kendini. Ve Oçena yazılmamış doğum sancılarına, unutulmuş anılarına, dillendirilmemiş hikâyelerine, hatta anlatılmamış kaful altı aşklarına ağlayarak yalnızlaşıyor. Binlerce yıllık, antik ve muhteşem bir kültürün kalıntılarını sırtında taşıyan Oçena yok oluyor. Bir Anadolu rengi daha solup gidiyor gözlerimizin önünden. Bir yıldız daha kayıp gidiyor. Sonuçta kullandığı antik dil de can çekişiyor...
Köyü terk eden her umutsuz, her çaresiz göçenle birlikte, kişinin taşıdığı farklılıklar, bildiği fazlalıklar da arkasından süzülüp gidiyor. Kapitalizmin pençesinden, medyanın talanından, yabancılaşmadan, inkâr ve ihanetten artakalanı, hafızasının bir köşesinde saklayabilenin de ölümüyle, bir damarı daha cansızlaşarak bu dilin, nice kelimeleri de silinip gidiyor. Güzelim koca bir kültür tarihe karışıyor, arkasında ağlayanı kalmadan. İhanet edenlerin utanmadan, "insanız" diyebildikleri bir dünyadan. Dünyadan bir dil daha eksiliyor...
Koca şehirlerin varoşlarına dağılan Oçenalıların, isteseler de konuşamayacakları, bir kenarda tek başına oturup bir Oçenalının, nostaljisini dahi mırıldansa kurtaramayacağı dili yok oluyor. Karadeniz'in, Anadolu'nun "Romeyika"sı ölüyor.
Hızla yaklaşan sonda, son kelimenin, son fısıldanışının ardından, artık sonsuza dek bir daha sesi çıkmayacak bu dilin, dalgalar halinde yayılıp uzay boşluğunda, buluşup kucaklaşamayacak kardeşleriyle.
Ve bu dilde sevmenin karşılığı olan "ağapi" kelimesi, ses olup bir daha sevişemeyecek sesten sevgilileriyle.
Oçena Karadeniz'de, Trabzon'un Soğanlı dağı vadilerinin birinde bir köy. Köknar, karaçam, gürgen, meşe, kestane, ceviz gibi ağaçlar ve daha binbir türlü bitki ve çiçekler arasında bir cennet; sayısız berrak su kaynaklarının, şarıl şarıl akan ırmakların, derelerin bulunduğu bir vatandır Oçena. Oçena'nın adı bazen Ogene'dir, hem Köknar hem Karaçam'dır. Etimolojik açıdan Elence Okena, Okinon'dur Oçena.
İlk yerlileri Oçena'nın, muhtemelen firariydiler. Osmanlı baskısından kaçıp sığ ormanların kucağına sığınmış, ağaçların arasına karışarak saklanmış, kimsenin onları bulamayacağına inanmış kişilerdi. İlk evleri, ısındıkları ateşin kül ve kömür kalıntılarının ele verdiği mağaralardandı. Hazine var diye yıktığımız yatak yerleri, uygarlık izlerini yansıtan duvarcıklardandı.
Ne kadar uğraştı didindiler bilinmez ama, ilk normal evlerini inşa eder etmez, yakalanmışlardı Osmanlı'ya. Kaydolmuşlardı reaya listesine; dağların özgür vatandaşlığı alınmıştı ellerinden, onu yaşamadan doyasıya. Tarih 1583'tü, keşfedildiklerinde. Sadece beş aileden oluşuyorlardı, dağın zirvesinde kurdukları biricik köylerinde, Oçena'da.
Daha sonraki yıllarda, aralarına farklı yerlerden katılanlar oldu. 1613'e kadar, 49 aile daha katıldı saflarına. Yalnızlıkları bitmiş, muhtemelen şenlikler başlamıştı. Kim bilir ne sohbetler yapılmış, ne horonlar oynanmıştı her akşam, her evde. 54 ailenin dördü Müslüman olduğunu söylemişti Osmanlı saymanına. Gerçek mi değil mi bilinmez ama, Yunanlı yazar Kandilaptis, 1685'te Of despotunun kararıyla toptan Müslüman olduklarını yazar 'Ta Fitiana' kitabında.
Oçenalılar, ayrı ayrı yerlerden, muhtemelen Trabzon merkezi başta olmak üzere, Sürmene, Bayburt vb. gibi yerlerden gelip yerleşmişlerdi. Aralarında, Konya civarından geldiğini söyleyen de var, Zaza Kürtlerinden olduğuna inanan da. Fırtınalı bir zamanda, Karadeniz dalgalarının vahşileştiği bir dönemde gelmişti çoğu. Anadili Rumca olan bir toplumun, Çaykara civarında 20'yi aşkın yeni köy kurup yerleşmek zorunda kaldığı bir dönemdi bu dönem. Bizimkiler de, -batan gemilerin yolcu ve mürettebatından- yüzerek Oçena limanına sığınmışlardı. Yaklaşık 150 yıllık Osmanlı'da, antik bir dili unutmadan konuşan kaptanlardanlardı. Ancak herkes, kendi gemisinin şivesini taşımıştı Oçena'ya doğal olarak. Tek bir köyde ve birarada yaşamalarına rağmen, bu farklılıklarını yüzyıllar boyu yaşatabilmişlerdi. Herkes Rumca konuşuyordu fakat, kimi "Staliya" kimi "Parxare" diyordu yaylalara. Bazısı "xortare", bazısı "xolxone" diyordu yeşil otlara. Birisi "etrepo" derken, diğeri "niko" diyordu yenmeğe. Dünün karşılığı olan "opse" bazılarında "extes" olarak karşılık buluyordu, Yunanistan'ın Attica ile İpiros şivesini yansıtarak. Hatırı sayılır sayıda kişinin, genelde isimlerin sonuna, daha eski bir Elence şive formatında "pedi-n, raşi-n, skafidi-n, kalathi-n" örneklerinde olduğu gibi, "n"yi ekliyordu. Önemli bir kısım ise bu örnekleri, "pedi, raşi, skafidi, kalathi" gibi kullanıyordu. Yukarıda "an" diye bilinen çağrı özelliği taşıyan önek, karşılığını "ara" olarak buluyordu Aşağı Oçena'da. Yakın komşumuz Alithinoslular şiirsel konuşurlarken, daha çabuktu Oçenalılar. Bu dile, İslâm'la gelen birçok Arapça kelimenin yanı sıra Anadolu Türkçesi de katılmıştı. Bunlar uzun yıllar tamamlayıcısı olmuştu bu dilin. Rusların Trabzon'u işgalleri sırasında, Of-Bayburt arasındaki yolu açmalarına kadar, sahil ve şehir merkezleriyle pek haşır neşir olamayan, kırsalda ve içine kapanık bir köyün kozmopolit yapısının örnekleriydi bu farklılıklar. Bu nedenle diyebiliriz ki, Oçena küçük bir Karadeniz'di, Anadolu'nun küçük bir örneğiydi.
Başta beş aileden başlayan köy nüfusu, 2000 yılı sayımlarına göre, toplam 8,355 kişiye ulaşmıştı. Bugün bu sayının dörtte biri dahi köyde kalmadı, umutsuzluğun umut görüntülü dalgasına kapıldı ve köyü terk etti. Geride kalanlar da terk etmek üzere. Umutla başlayan bir tarih, dramatik geçişlerden sonra, hüzünle karışıp nostaljiye bırakıyor kendini. Ve Oçena yazılmamış doğum sancılarına, unutulmuş anılarına, dillendirilmemiş hikâyelerine, hatta anlatılmamış kaful altı aşklarına ağlayarak yalnızlaşıyor. Binlerce yıllık, antik ve muhteşem bir kültürün kalıntılarını sırtında taşıyan Oçena yok oluyor. Bir Anadolu rengi daha solup gidiyor gözlerimizin önünden. Bir yıldız daha kayıp gidiyor. Sonuçta kullandığı antik dil de can çekişiyor...
Köyü terk eden her umutsuz, her çaresiz göçenle birlikte, kişinin taşıdığı farklılıklar, bildiği fazlalıklar da arkasından süzülüp gidiyor. Kapitalizmin pençesinden, medyanın talanından, yabancılaşmadan, inkâr ve ihanetten artakalanı, hafızasının bir köşesinde saklayabilenin de ölümüyle, bir damarı daha cansızlaşarak bu dilin, nice kelimeleri de silinip gidiyor. Güzelim koca bir kültür tarihe karışıyor, arkasında ağlayanı kalmadan. İhanet edenlerin utanmadan, "insanız" diyebildikleri bir dünyadan. Dünyadan bir dil daha eksiliyor...
Koca şehirlerin varoşlarına dağılan Oçenalıların, isteseler de konuşamayacakları, bir kenarda tek başına oturup bir Oçenalının, nostaljisini dahi mırıldansa kurtaramayacağı dili yok oluyor. Karadeniz'in, Anadolu'nun "Romeyika"sı ölüyor.
Hızla yaklaşan sonda, son kelimenin, son fısıldanışının ardından, artık sonsuza dek bir daha sesi çıkmayacak bu dilin, dalgalar halinde yayılıp uzay boşluğunda, buluşup kucaklaşamayacak kardeşleriyle.
Ve bu dilde sevmenin karşılığı olan "ağapi" kelimesi, ses olup bir daha sevişemeyecek sesten sevgilileriyle.
Δεν υπάρχουν σχόλια:
Δημοσίευση σχολίου