Τρίτη 13 Νοεμβρίου 2012
80'li yılların bir akşamüzeriydi. Alanya/Antalya'da, resepsiyonist olarak çalıştığım otelin barında oturuyordum. O gün vardiyam yoktu. Otel hareketliydi ama üzerimde bir durgunluk vardı. Bir içecek ısmarlayıp bir kenara çekildim.
Haber: VAHİT TURSUN / Arşivi
80'li yılların bir akşamüzeriydi. Alanya/Antalya'da, resepsiyonist olarak çalıştığım otelin barında oturuyordum. O gün vardiyam yoktu. Otel hareketliydi ama üzerimde bir durgunluk vardı. Bir içecek ısmarlayıp bir kenara çekildim. Huysuz bir nostalji kuşatmıştı beyin hücrelerimi. Özlemiştim memleketimi. Sinsice isyana kalkan ruhum, dudaklarımı kıpırdatmayı ve beni fısıldatmayı başarmıştı. Öylece, ulu dağlarımın yankılayabileceği kadar bağırmıştım, bir nefes sessizliğinde. Aynı havayı soluduğum topraklarıma; "Hayır, hayır... Ben dağların özgür çocuğuyum. Ne olur beni alın, götürün dağlarıma salın. Yollarında yürümek, düzlüklerinde koşmak istiyorum. Yemyeşil çimlerinde yuvarlanmak, bir ceylan misali tepinmek istiyorum. Hayır... Modern giyimli, Fransız parfümlü kızlarla sevişmek bile değil; dolaylıklı, kuşaklı, yaşmaklı ve reyhası özünden Fadimelerle bakışmak istiyorum. Kalbimin çarpıntı bombardımanı altında, sevdiğime Romeyika'da, 'Ağapo se (seni seviyorum)' demek istiyorum. Memleketimi istiyorum" diye yalvarıyordum.
Sonuçta koskoca ve psikolojik bir fırtınanın yarattığı sel, inat gözlerimden değil, ter olup zavallı gözeneklerimden fışkırabildi. Cimri gözlerimse, bir damlacık yaşı zorla akıtmaya başlamıştı ki, tam o sırada bir ses, bendeki fırtınanın son şimşek çakışı oldu. Tam da yol boyunca, kavaldan çıkan melodinin, türküleriyle eşleştiği Fadimelerle Karadeniz yaylalarına doğru yolculuğa çıkmıştım ki, resepsiyonist arkadaşım çağırdı. Bir telefonum vardı. Kalkıp telefona baktım. Telefondaki arkadaş, başka bir otelin resepsiyonistiydi. Daha önce tanışmıştık. Otellerinde, bazen Yunanlı kafileleri ağırladıklarını söylemişti bana. Tekrar bir Yunanlı kafile geldiğinde, beni aramasını rica etmiştim. Anadilimin Rumca olduğunu, modern Yunanca ile anadilim arasındaki farkı öğrenmek istediğimi söylemiştim. Arkadaş, "Çabuk yetiş, dün Yunanlı bir kafile geldi. Vardiyam olmadığından, haber veremedim. Az sonra da gidecekler" deyip telefonu kapattı.
Kafilede hemşeri buldum
Bir taksiye atlayıp Yunanlı kafilenin geldiği otele gittim. Taksiden iner inmez, hızla resepsiyona yöneldim. Arkadaşım beni görür görmez, "şu dışarıdaki otobüs" diye Yunanlı kafilenin otobüsünü işaret etti. Kendisine teşekkür bile edemeden, hızla çıkıp otobüsün yanına gittim. Bayılacak kadar heyecanlıydım. Kiminle nasıl bir iletişim kuracağımı düşünemiyordum. Düşünmeye de zamanım yoktu zaten. Otobüsün yarısı dolmuştu. Bazıları da otobüsün çevresinde, gelecek arkadaşlarını bekliyorlardı. Ben bekleyen otobüse girmeyi tercih ettim. Yolcuların bazıları, bana dikkatli bakmaya başladı. Çünkü kafileden biri değildim ve insanlara dikkatli bakıyor, sanki birisini arıyor gibiydim. Bir an utandım. Tam geri dönüp dışarı çıkasım geldiği bir anda, anadilim imdadıma yetişmişti. Ağzımdan "Eğrikay kaynis Romeyika?/Romeyika anlayan var mı?" sorusu dökülüverdi. Bu soruyu sorar sormaz, bütün gözler bana doğru yönelmişti. Belki de çokları, ne dediğimi dahi anlamamıştı. Ancak ihtiyar bir kadın, oturduğu yerden ayağa kalkarak, bir şey sormak istercesine, bana doğru bakıyordu. Sanırım o da, nereden başlayacağını bilemiyordu. Az önce genele sormuş olduğum soruyu kendisine tekrarlayarak, düğümlenen dilini çözmeyi başardım. Bana "Apothen ise?/Nerelisin?" diye sordu. Ben de kendisine "Asin Trapezunta ime/Trabzonluyum" deyince, kadın yerinden çıkıp otobüsün dar salonunu yararak, hızla bana doğru gelmeye başladı. Ne olduğunu anlamamıştım. Yanıma gelir gelmez, bana sarılarak ağlamaya başladı. Bizim Rumcamızla "Na inome ğurpanti sa podares, apothen ekseves ke erthes? Adakes nt' arayevis? Esis akome iste?/Ayaklarına kurban olduğum, sen nereden çıkıp geldin? Buralarda ne işin var? Siz halâ var mısınız?" gibi soruları sorarken, bana sıkı sıkıya sarılıyor, bir şeyler mırıldanarak ağlıyordu. Öylesine sıkı sarılıyordu ki, tırnaklarını vücudumda hissediyordum. Şaşkınlığımdan, sorularına yanıt verememiştim. Donmuştum. Böyle bir olayı hiç yaşamamıştım. Kadın aralıklı olarak, omuzlarımdan tutup yüzüme bakıyor ve tekrar sarılıyordu. Sanki uzun bir ayrılık sonucu buluşan "ana-oğul" gibiydik. Bir türlü bana doyamıyordu. Diğer Yunanlılar ise şaşkınlıkla bizi izliyorlardı. Sanırım arkadaşlarının davranışına, bir anlam verememişlerdi. Aradan geçen zamanı hatırlamıyorum. Ancak beklenen yolcular gelmiş, otobüs hareket için hazırdı. Yolculardan bazıları, ihtiyar nineyi yerine geçmesi için uyardı. Zavallı kadın, benden ayrılmak zorunda kaldı. Hıçkırıklar içinde ve bir şeyler mırıldanarak yerine geçmeye çalışırken, önünü görmüyor gibiydi. Sanırım gözyaşları engelliyordu. Arkasından birkaç saniye bakabildim. Otobüsten dışarı çıkmak zorunda kaldım. Çıktıktan sonra, ninenin oturduğu tarafa baktım. Pencereden bana el sallıyordu. Sanki ben değil, o gurbete çıkıyordu. Otobüsün arkasından bakarken, içimi bir hüzün sardı. Ne nine bana adımı sorabilmiş ne de ben ona adını sorabilmiştim. Onun bendeki adı "adsız" kaldı. Adsız ninem gelmiş, nostaljime hüzün ekleyerek çekip gitmişti.
Bulunur mu tek Trabzonlu?
Yıllar sonra, Yunanistan'ın bir köyünde, bir nineye konuk oldum. Adı Sumela'ydı. Bana Karadenizlilerin yaşadığı sürgün anılarından bazılarını anlattı. Yolda kaybolan çocuklardan söz etti. Son 20 yıl öncesine kadar olduğu gibi, eskiden de Karadeniz'de kızlar erken kocaya varır, erken çocuk sahibi olurlarmış. Çocuğunu kaybedenlerin bazıları, henüz çocuk yaştaymış. Bu yüzden, aklını bile kaçıranlar olmuş. Sumela nine, acılarını üzerime boşaltırken, ben yıllar öncesine geri dönmüştüm. Alanya'da karşılaştığım nineyi düşünüyordum. Adsız ninenin bana hasretle sarılışını, şimdi daha iyi anlıyordum. Adsız nine, belki de oğlu sanmıştı beni. Kim bilir?. Fakat en azından, onun toprağıydım, hemşerisiydim, yabancı bir turist olarak geldiği memleketinde. Mübadele zamanında, Yunanistan'a sürülenler, tam on yıl geri dönüş umuduyla yaşamışlar. Bu süre içinde hiçbiri, taş üstüne taş koymamıştı. Memlekette kalan Trabzonlular da, Yunanistan'a sürülen hemşerilerini, dönerler umuduyla altı yıl beklemişlerdi. Boşalan köylere, kimseyi sokmamışlardı. Bu denli hemşerilerine sadıktılar. Şimdi bulunur mu dersiniz, aransa da köşe bucak, dedesine benzeyen tek Trabzonlu?
Εγγραφή σε:
Σχόλια ανάρτησης (Atom)
Δεν υπάρχουν σχόλια:
Δημοσίευση σχολίου