Παρασκευή 30 Νοεμβρίου 2012

Türkiye'de Ortodoks Ayini



Sümela mucizesi

Türkiye'de hükümetin Ortodoks Patrikliği'ne Trabzon'daki Sümela Manastırı'nda ayin izni vermek konusundaki kararı, Ankara'nın ülkedeki dinsel azınlıkların haklarını daha da geliştirip güçlendirmek niyetinde olduğuna işaret ediyor. Iason Athanasiadis 'in haberi.

Rus rahip, foto Iason Athanasiadis
Sümela'Daki Rus Ortodoks rahip, Patrik Bartholomeos ile birlikte ayinlerin yeniden hayata geçirilmesi için büyük çaba sarfetti.
Ekümenik Patrik Bartholomeos'un neredeyse 90 yıldır bir sessizlik içinde bekleyen mekâna taş merdivenlerden inerken "Axios! Axios" (“Yücelerin yücesi! Yücelerin yücesi!”) nidaları amfi tiyatro şeklindeki manastırda yankılanıyordu. 

İki saat sonra, Türkiye’nin farklı noktalarında bulunan Rum Ortodoks inancının en duygu yüklü mekanlarından biri olan Sümela Manastırı’nda düzenlenen bu ilk Rum Ortodoks ayini sona erdi. Papazların son ilahileri bu büyülü ortamda titreşirken ayine katılan ve manastırın avlusunu dolduran 500 kişinin çoğu, siyasetçiler ve din adamları birbirlerinin gözerlinin içine dikkatle bakıyorlardı. Gerçekleşen bu olağan üstü olayı hafızlarına kazımak için. 

Gizli dualar 

Çok çetin bir etnik çatışmanın sonucunda ortaya çıkan bu sessizliğin üstesinden nihayet gelindi. Yüzyıl önce gerçekleşen ve bölgedeki Pontus Rumları’nın mübadele sonucu yerlerinden uzaklaştırılmaları sonucu oluşan bu sessizlik artık yok. 

Selanik’ten gelen müzisyen Thanassis Stelidis “Atalarımızın ruhları artık rahat,” diyordu. Stelidis, kemençe adıyla da bilinen üç telli enstrümanı lyra’yla verdiği solo konser ayine katılanları derin bir sessizliğe gömdü. Bu dinleti iki saatlik ayinin en duygusal bölümüydü. "Bütün bu geçen yıllar boyunca buraya gizlice gelip atalarımızın anısına gizlice mumlar yaktık. Lyra çalmamız yasaktı. Dualarımızı ettikten sonra Türk yetkililere yakalanmamak için haçlarımızı gizliyorduk." 

Foto I. Athanisiadis
Tarihi anlar: Yunan azınlık 80 yılı aşkın bir zamandır Sümela Manastırı'nda yeniden ayin yapmayı bekliyordu...
Stelidis açık yüreklilikle, “Bugün artık nihayet bunları herkesin gözleri önünde yapabiliyoruz,” dedi. Hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu tek seferlik ayin Türkiye’nin Batı yanlısı ve seküler Kemalist sol siyasetçileri sayesinde değil, İslamcı AK Parti’den bir siyasetçi sayesinde mümkün olabildi. Bu olayı fırsat bilen gazeteler son dönemlerde Türk siyasi hayatında etkili olmaya başlayan neo-Osmanlıcılık fikrinden yola çıkarak yaratıcı başlıklar atmaktan geri kalmadı. Türkiye’nin tabloid gazetelerinden biri olan Posta Gazetesi’nin manşetinde şu ifadeler yer alıyordu: "Dokuz sultan için dua". Bu başlık Patriğin konuşmasında, manastırın Osmanlı efendilerinden söz etmesine gönderme yapıyordu. 

Rum – Türk mübadelesi 

Sümela Manastırı Karadeniz’den 1000 metre yükseklikte çıkılması zor dik bir kayalığa nefes kesici bir şekilde inşa edilmiş bir yapı ve Pontus Rumları açısından çok önemli bir anlamı, duygusal bir önemi var. Ayine katılan hacılardan biri “Bizim için, Sümela Manastırı patrida anlamına geliyor” diyor. Patrida, Rumca vatan ya da yuva anlamında kullanılıyor. 

Manastır, Anadolu (Asya Minör) Yunan işgalinin başarısızlığa uğradığı kanaatine varıldığında terk edilmiş. 1923 yılında yarım milyon kadar Pontus Rumu, Türk – Rum mübadele anlaşması gereğince yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldılar. Bölgeyi kana bulayan kanlı gerilla savaşı nedeniyle her iki taraftan da on binlerce kişi öldürüldü. 

Tahrip edilen freskler, Foto: I.Athanasiadis
18.yy'da, insanı resmetmenin günah olduğuna inanan Müslüman fanatikler, Sümela'nın ikonalarını ve fresklerini tahrip etmişler.
Pazar günü ayini konusunda hem Türk hükümetini hem de Patriklik yetkililerini endişelendiren asıl konu da bu kanlı geçmiş. Bu durum Hellen kültürünün Kapadokya’daki diğer merkezlerinden barışçıl bir şekilde çıkartılmasından hayli farklı. Binlerce polis ve özel askeri birlik devriye araçlarıyla ve silahlı araçlarla manastırın etrafında güvenlik bölgesi oluşturarak asfalt ve toprak yolları kontrol altında tutuyorlardı.

Komplo teorileri ve aşırı milliyetçilik 

Geçmişte yaşananların ve tarihin verdiği ağırlık göz önüne alındığında bu ayinin gerçekleşmiş olması bile şaşırtıcıydı aslında. Bu organizasyonun gerçekleştirilmesinden önce gerçekleştirilen bir dizi eylem de ayinin engellenmesine yetmedi. Ayinden üç gün önce Selanik’te bulunan Türk konsolosluğunun avlusunda üç Molotof kokteyli patlamıştı. Türk gazetelerinden biri Yunanistanlı bir aşırı milliyetçi grubun Yunanistan’ın kuzeyinde bir Müslüman mezarlığına aşağılamak amacıyla saldırılarda bulunduğunu yazdı. Trabzon yakınlarında bir şehirde ise polis Facebook’ta seremoninin engellenmesi için bir grup oluşturan üç milliyetçiyi, olay çıkmasını engellemek için ayinden önce göz altına aldı. 

Aşırı milliyetçi Yeni Çağ gazetesinde yazılar yazan Arslan Bulut, AK Parti’nin "Hıristiyanlığı yeniden canlandırmayı" amaçlayan gizli planları desteklediğini yazdı. Bulut, hükümeti, eskiden Hıristiyanlar tarafından kullanılan kiliselerde ayin yapılmasına izin vermekle suçlarken Vatikan ile dinler arası diyalog kurulmasını desteklemekle itham ediyordu. Bulut’a göre böylesi etkinliklere izin veriliyorsa, daha önce kilise olan ancak sonrasında camiye dönüştürülen İstanbul’daki Aya Sofya gibi artık müze olarak kullanılan yerlerde de Müslümanların İslami merasimler yapmasına izin verilmesi gerekiyor.

Foto, I, Athanasiadis
Fener Rum Patriği I. Bartholomeus, "Bugün Bakire Meryem'in gözyaşları kurudu" diyordu, Türkçe ve Yunanca yaptığı konuşmasında…
Bu ayinin gerçekleştirilmesine karşı çıkanlar ayinin zamanlamasına dikkat çekerek başka nedenler de oraya attılar. Bu görüşte olanlara göre 15 Ağustos, Bakire Meryem Bayramı, yalnızca Trabzon’un 1461 yılında Osmanlılar tarafından fethinin tarihi değil, 1984 yılında PKK’nın ilk saldırısının da tarihiydi. Böyle düşünenlere göre bu tarihin seçilmesinin arkasında da gizli amaçlar vardı. 

Tahrip edilmiş aziz figürleri ve kurumuş gözyaşları 

Ayinin yapıldığı gün yüzlerce hacı, M.S. 386 yılında Atinalı keşişler Barnabas ve Sofronios’un aşağı indikleri aynı dik dağ yollarından tırmandılar. Kilisenin gelenekselleşmiş hikâyelerine göre Barnabas ve Sofronios yolda mucizevi Sümela ikonunu bulmuşlardı. Beyaz kıyafetli, siyah ve mor renkli başlıklarıyla rahipler Patrik Bartholomeos’un etrafında ilahiler seslendiriyorlar. 

Ancak, geçmişin günümüzü nasıl gölgede bıraktığını ortaya koyan işaretler de var. Yüzleri tamamen kazınmış, gözleri oyulmuş düzinelerce Rum Ortodoks azizinin manastırın duvarlarına resmedilmiş figürleri papazların hareketlerini tekrar ediyor gibi. Bu figürler 18. Yüzyılda yaşamış fundamentalist Türkler tarafından tahrip edilmiş. Figürleri tahrip eden bu kişilerin inancına göre insanı herhangi bir şekilde resmetmek, günahtı. 

Patrik Bartholomeos, foto I.Athanasiadis
Ekümenik Patrik Bartholomeos'un neredeyse 90 yıldır bir sessizlik içinde bekleyen mekâna taş merdivenlerden inerkenki "Axios! Axios" ("Yücelerin yücesi! ") nidaları amfi tiyatro şeklindeki manastırda yankılanıyordu.
Bartholomeos, hem Rumca hem de Türkçe yaptığı konuşmasında "Bugün, Bakire Meryem’in gözyaşları kurudu" diyordu. Florida’nın Clearwater şehrinden Sümela'daki bu etkinlik için gelen peder Dorotheos Tzevelekas, "88 yıl boyunca hiçbir ayinin gerçekleştirilmediği bu yerde, kutsal bir mistik olay gerçekleşti. Bu, halkları birbirine daha da yaklaştıran, beklenmedik diplomatik bir başarıdır," ifadelerini kullandı. 

Ülkenin diğer yerlerinde bulunan Rum Ortodoks ve Ermeni kiliselerinde gerçekleştirilen dini ayinlerde olduğu gibi bu ayin de şimdi her yıl düzenli olarak gerçekleştirilen bir etkinliğe dönüşebilir.

Çoşkulu bir şekilde dans eden Türkler ve Rumlar 

Ayinin yapıldığı günün arifesinde, yakın köylerde bulunan Pontus Rumları ve Yunanistan ile Rusya’dan gelenler bir otelde birlikte dans etmek için bir araya geldiler. Lyra çalan yerli Müslüman Pontus müzisyenlerinin çaldığı şarkılar eşliğinde birlikte dans ettiler. Başlangıçta yavaş ve basit figürlü danslar edilirken zaman geçtikçe karmaşıklaşan ve hızlanan tutkulu danslara geçildi.

Princeton Üniversitesi’nde doktorasını hazırlayan Rum müzisyen Nikos Mihailidis birbirlerine yaklaşan ve sohbete dalan iki tarafı seyrederken, "Çok yakın bir geçmişe kadar bölgede yaşayan Pontus Rumlarının varlığından tamamen habersiz olanlar, Müslüman olmayan kişilerin aynı diyalektle aynı şarkıları söylediğini fark edince şaşkınlığa uğradılar. 

Bu da, geçen on beş yılda her şeyin biraz daha açık bir hale gelmesi, yolların yapılması ve dış dünyayla iletişimin sağlanması sayesinde oldu" diyordu. 
Gerçekten de, Türkiye kendi bünyesindeki gayrimüslim kültürel mirası keşfetmeye başladı ve yavaş daha iyi bir geleceğin koşullarını hazırlıyor...

Iason Athanasiadis 

SÜMELA MANASTIRI





Sümela Manastırı, Trabzon ili, Maçka ilçesi, Altındere köyü sınırları içerisinde yer alan (Eski Yunanca adı: Panagia) deresinin batı yamaçlarında Kara (Eski Yunanca adı: Mela) tepesi üzerinde deniz seviyesinden 1.150 m yükseklikteki eski Yunan Ortodoks manastır ve kilise kompleksi olup, tam adı Panagia Sumela (Παναγία Σουμελά) veya Theotokos Sumeladır. 
 Sümela Manastırı'nın dış görünümü.
 
 
 Sümela Manastırı'nın yeri.
 
 
 Sümela Manastırı, 1903
 
 
Sümela Manastırı'nın bir dağdan görünümü.

Tarihçe
Kilisenin MS 365-395 tarihleri arasında inşa edildiği sanılmaktadır. Anadolu'da sıkça rastlanılan Kapadokya kiliseleri tarzında yapılmış, hatta Trabzon'da Maşatlık mevkiinde benzeri bir mağara kilisesi daha vardır. Kilisenin ilk kuruluşu ile manastır haline dönüşümü arasındaki bin yıllık dönem hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre Atina'lı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem'in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Bununla birlikte manastırdaki fresklerde sıkça yer alıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru III. Aleksios'un (1349-1390) manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmaktadır. [1]
14. yüzyılda Türkmen akınlarına maruz kalan kentin savunmasında ileri karakol görevi üstlenen manastırın statüsünde Osmanlı fethinden sonra bir değişiklik olmamıştır. Yavuz Sultan Selim'in Trabzon’da ki şehzadeliği sırasında iki büyük şamdan buraya hediye ettiği, Fatih Sultan Mehmed, II. Murat, I. Selim, II. Selim, III. Murad, İbrahim, IV. Mehmed, II. Süleyman ve III. Ahmed'in de manastırla ilgili birer fermanları bulunmaktadır. Osmanlı döneminde manastıra sağlanan imtiyazlar, Trabzon ve Gümüşhane bölgesinin İslamlaşması sırasında özellikle Maçka ve kuzey Gümüşhane'de Hıristiyan ve gizli Hristiyan köyleri ile çevrili bir alan oluşturmuştur.[2]
18 Nisan 1916’dan 24 Şubat 1918’e kadar süren Rus işgali sırasında Maçka civarındaki diğer manastırlar gibi bağımsız bir Pontus devleti kurmak isteyen Rum milislerin karargahı olmuş, nüfus mübadelesi ile bölgedeki Hristiyanların Yunanistan'a gönderilmesinin ardından önemini yitirerek T.C. Kültür Bakanlığı tarafından yakın zamanda onarılana dek kaderine terk edilmiştir.[3]
Yunanistan'a mübadele ile göçen Karadenizli Rumlar Veria kentinde Sümela adını verdikleri yeni bir kilise inşa etmişlerdir. Her yıl Ağustos ayında tıpkı geçmişte Trabzon Sümela'da yaptıkları gibi yeni manastırın çevresinde geniş katılımlı şenlikler düzenlemektedirler.
2010 yılında Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti'nin izni ile Hıristiyanlarca Meryem Ana'nın göğe yükseliş günü olarak kabul edilen ve kutsal sayılan 15 Ağustos günü 88 yıl aradan sonra ilk ayin düzenlenmiş, ayini Fener Rum Patriği Dimitri Bartholomeos yönetmiştir.

Freskler


Sümela Manastırı'nda bir fresk
Kilisenin içi fresklerle kaplıdır:
  • Kilise içinde Meryem figürleri Gürcülerin kullandıkları Gürcü madonna şeklinde resmedilmiştir.
  • Asıl kilisenin absid kısmında, güney duvarında yukarıda Meryem'in doğuşu ve mabede sunuluşu, tebliğ, İsa'nın doğuşu, mabede sunuluşu ve hayatı, altta İncilden resimler.
  • Güney kapısında Meryem'in ölümü ve havariler.
  • Kilisenin doğuya bakan yukarı kısmında 2. sırada Genesis, Ademin yaratılışı, Havva'nın yaratılışı, Tanrı'ın tembihi, İsyan (Adem ile Havvanın yasak meyveyi yemeleri), Cennetten kovulma. 3. sırada: Yeniden dirilme, Thomas'ın şüphesi, Kabirde bir melek, Nikaia konsülü.
  • Absid kısmının dışında, yukarıda Mikail, Cebrail bulunmaktadır [4]

Σάββατο 24 Νοεμβρίου 2012

Sancılı geçmişten sessiz sona...




Karadeniz, Mavri Thalasa, Black Sea, Bahr el Eswed ve tarihi adıyla Efksinos Pontos, kısaca Pontos ya da Pontus…
Bu isimleri duyduğunda, herkes kendince bir şeyler anlar. Kimisi için; adım başı ve irili ufaklı akarsularıyla yemyeşil bir cennet, uçsuz bucaksız yaylalarıyla bir özgürlük alanıdır. Kimisi için; Türkçeyi iyi konuşamayan, şivesi bozuk, komik insanlar diyarıdır. Kimisi için de derin devletin yuvalandığı, tetikçilerin kolayca bulunabileceği, farklı düşünceye sahip insanları linç edebilecek derecede fanatizme sahip ve özellikle sol karşıtı bir halkın yaşadığı bölgedir Karadeniz…

Oysa Karadeniz’in daha çok şeyi var. Yaklaşık üç bin yıllık yazılı bir tarihi, içinde barındırdığı çeşitli halkları, edası ve sedasıyla bugüne dek yaşatabildiği farklı dilleri var. Ve artık HES kavgalarıyla gündemde olan, acılı ve sancılı bir coğrafyadır Karadeniz…

Karadeniz’de belirgin olarak üç farklı dil konuşulur. Bunlar; Lazca (aslı Megrelce), Rumca (aslı Helence) ve Hemşince (aslı Ermenice) gibidir.
’Laz’, Helenler tarafından Doğu Karadeniz bölgesinde, özellikle Atina (Pazar) ve ötesinde yaşayan Megrellere verilmiş bir isimdir. ‘Hemşin’, birkaç köy ve kasabayı kapsayan bölgesel bir isim olup, orada yaşayan Ermeni kökenli Müslümanlar için kamufle amaçlı kullanılmış bir isimdir. Aynen ‘Boşnak’ gibi. Halbuki ‘Boşnak’ ismi, Bosnalı olup Osmanlı zamanında Müslüman olan Sırplar için kamufle amaçlı kullanılmıştır. Yani bu kavramlarda bir etnisite yoktur! ‘Rum’ ise, Roma vatandaşı anlamına gelir ve etnik bir isimlendirme değildir. ‘Osmanlı’ gibi… Rumca ise ‘Roma dili’ anlamındadır. Bu dilin asıl adı ‘Elinika’, yani Türkçede ‘Helence’ dediğimiz dildir, Karadeniz Rumcasında ise bu dile ‘Romeyika’ denir. Bu dilin Helenceden Rumcaya geçişinde de kamufle vardır. Hıristiyanlığın egemen olduğu dönemler, Helen adının Paganizmi çağrıştırdığından dolayı, Elinika Romeyika’ya dönüştürülmüştür.

Bu makalede, Karadeniz’in en eski halklarından olup bu coğrafyanın kültürel renklerinden birisini yansıtan, ama hiçbir otorite tarafından tanınmayan ve ana dili Rumca (Helence) olan halkla ilgili kısa bir tarihçe bulacaksınız. Osmanlıdan bugüne, taslak öyküsünü okuyacaksınız. Bu halk bugün Trabzon ilinin Çaykara, Dernekpazarı ilçelerinin toplam köyleri ile Tonya, Of, Sürmene, Maçka ve Bayburt gibi yerleşim bölgelerinde bulunan bazı köylerin iç ve dış (göç edenler ve etmeyenler) nüfusunu teşkil etmektedir. Nüfusu hakkında kesin bir bilgi olmayıp, İnternet üzerinde dolaşan bazı makale ve yazılarda verilen rakamlar tamamen yanlıştır. Eski Rum kaynaklarına göre; mübadele sonrasında, Karadeniz’de kalan ve anadili Rumca olan Müslüman sayısı 190.000 civarındaydı. O zamanlar Anadolu’nun toplam nüfusu yaklaşık 13.500.000 kadardı. Bu veri doğrultusunda Türkiye’nin nüfus artış oranı değerlendirilirse, bu halkın yaklaşık nüfusu bulunabilir. Ancak bu topluma ait nüfusun büyük çoğunluğu, artık Karadeniz’de yaşamamaktadır. Eskiden beri süregelen göçlerle, Anadolu’nun değişik yerlerine göç etmiş, zamanla kültürel aidiyet duygusu erimiş, yeni bir jenerasyon meydana getirmiştir. Bu nedenle Romeyika dili, artık toplam nüfusun çok azı tarafından kullanılmaktadır.

Osmanlının hâkimiyeti
Daha önce yaşanılan sürekli dış saldırılar ve farklı politik hatalar sonucunda tamamen zayıflamış, önemli oranda da Müslümanlaşmış Doğu Roma’nın (Bizans) artık sonu gelmişti. Aç kalan yığınlar devlet otoritesinden kopup, farklı çeteler ve Anadolu’nun önemli kesiminde hüküm sürmeye başlayan farklı güçlerle işbirliğine gidiyordu. Bu nedenle, Anadolu’da Müslüman kesimin öncülüğünü yapan Osmanlı, büyük bir güç ve nüfus patlaması yaşamıştı. Neticede, Hıristiyanlığın en büyük merkezlerinden biri olan İstanbul 1453’te fethedilerek, bin küsur yıllık Bizans’ın sonu getirilmişti.

Ancak ne var ki, İstanbul’dan sonra fetih sırası Trabzon İmparatorluğu’na gelmiş, Fatih Sultan Mehmet ordusuyla birlikte oraya doğru yönelmiş, 1461’de orayı da teslim almıştı.

Osmanlılar’ın Trabzon’u ele geçirmeleri (26 Ekim 1461)
Fatih Sultan Mehmet, 1453 yılında İstanbul'u ele geçirip Bizans’a son verdikten sekiz yıl içerisinde gerekli hazırlıkları yaparak, 1461’de Trabzon'u kuşatır. Bizzat kendisinin yönettiği ordu tarafından kuşatılan Trabzon İmparatorluğu’nun başkenti Trabzon, kuşatmaya uzun süre dayanamayarak teslim olmak zorunda kalır.
Trabzon’a giriş aşaması konusunda farklı anlatımlar söz konusudur. Laonikos Xalkokondilis, İmrozlu Kritovulos, Alman tarihçi Jac. Fallmerayer, Odiseas Lamsidis, gibi ünlü yazarlardan alıntı yaparak yazan son dönem yazarlar, Fatih ve ordusunun Trabzon’a giriş hikâyesini şöyle aktarmaktadırlar: Osmanlı ordusu ile 32 gün boyunca Trabzon dışında mücadele veren İmparator David’in ordusu, sonuçta başarısız kalır. Osmanlılar’ın şehri kuşattığını ve kurtuluşunun olmadığını anlayan son İmparator David, şehir halkına zarar verilmemesi ve servetine dokunulmaması şartıyla, şehri teslim etmeye razı olabileceği düşüncesini Fatih’e ulaştırır. Bu çerçeve’de Fatih ile bir anlaşmaya gidilir. Böylece; 15 Ağustos 1461’de Fatih ile yeniçerileri Trabzon’a girdiler. Fatih ile yeniçerileri şehre giriş yaparken, öte yandan İmparator David, daha önce Fatih ile anlaştıkları gibi; çocuklarını, bazı yakınlarını ve hazinesinin bir bölümünü yanına alarak, deniz yoluyla Makedonya’ya doğru yola çıktı. Ancak anlaşmada bulunanların bütününe uyulmadı. Fatih Trabzon’a girer girmez, katliam ve talan başladı. Halkın bir bölümü hemen Müslüman olarak Fatih’in emrine girdi. Bir kısmı ise şehrin dışına kaçtı. Şehrin bir bölümüne Azaplar (Gayri nizamı askerler) yerleştirildi. Yüzlerce çocuk yakalanıp toplandı. Bu çocukların sadece 800 civarı yeniçeri olmak için ayrıldı. En güzelleri de haremlerde kullanılmak üzere ayrıldı.[1]
Farklı bir kaynakta, yukrıdaki hikâyenin benzeri anlatılmakla birlikte, farklı olarak; Fatih şehri üçe bölerek, bir bölümünü Bizans’a (İstanbul) yolladı. Diğer bir kısmı, 800 kadar genç erkek ve kızlardan oluşmaktaydı. Bunlardan bazılarını kendisine ayırdı. Bazılarını etrafına hediye etti. David’in kızı Anna’yı yanına aldı. Ayrıca David’in kızı dışında, Duvera’lı Maria’yı da yanına aldı ve daha sonra onu oğlu Bayezid (B) ile evlendirdi. Daha sonra Maria, Gülbahar hatun ismini aldı. Gülbahar, Sultan Selim’in annesiydi. 1518’de öldü ve Hatuniyye Camisi yanında bulunan mozole’de defnedildi. Geriye kalan diğer Hıristiyan bölüme de vergi yükleyerek kendine bağladı.[2]
Bir diğer kaynağa göre; İmparator David, kendisi ve kadınları için can güvenliği istedi. Kaleyi ve kalenin çevresindeki bölgeyi teslim etti. Sultan’ın üzengilerini öpme şerefi verildi kendisine. Sultan’ın şefkat ve iyiliği yüzünden, kendisine duruma uygun hediyeler verildi. Ailesi ve ev halkı, taşınabilir mallarıyla “güvenliğin cennet mekânı” İstanbul’a gönderildi. Kale ve devletin diğer bölümleri fethedildi.Buralara bir vali, yargıçlar, kale komutanı ve muhafızlar atandı. Kafirlerin kalesinin genç erkek ve kızları, şimdi Sultan’ın olmuşlardı. Onların taşınmaz mallarını ve diğer eşyalarını kendilerine bıraktı. Bunlar kendi yerlerinde kaldı. Bunlara cizye ve diğer vergi boyunduruğu yüklendi. Bundan sonra tutsaklardan bir bölümü ve mallar, deniz araçlarına yüklenerek İstanbul’a gönderildi. Bu açıklama, Heath W. Lowry’ nin Trabzon seferinin Divan Katibi Tursun bey, bir başka ismiyle Tur’i Sina’dan yaptığı alıntıdır.[3]
Yukarıda kalın harflerle verdiğimiz, Fatih’in Trabzon seferinin Divan Katibi olduğu bilinen Tur’i Sina’ya ait olan cümle, Fatih ve ordusunun, fethettikleri yerlerde ele geçirdikleri genç erkek ve kızlara yönelik ilgilerini açıklar niteliktedir.
Yukarıdaki bütün yazılanları bir bir ve gayet analitik bir şekilde ele alan Heath W. Lowry, “Trabzon Şehrinin İslâmlaşması ve Türkleşmesi 1461 – 1583” adlı eşsiz eserinde, Fetih sonrası nüfusun büyük bir kısmının yerinde kaldığını, bu nüfusun daha sonra nasıl Müslümanlaştırlıdığını, Osmanlı kaynaklarına dayanarak ortaya çıkarmıştır.
Birde, Osmanlının Trabzon şehrine yerleştirdiği tespit edilen ve “Azaplar” olarak bilinen kişilerin gayri nizamı askerler, yani terörist yapıda insanlardan oluşması da ayrıca dikkat çeken bir konu olarak görülmesi gerekmektedir. Osmanlının bu kişileri tam olarak neden şehre yerleştirdiğini bilemiyoruz. Ancak ilk değerlendirmede, bu kişilerin, halkı sindirmek ve korkutmak amacıyla bölgeye yerleştirdiği akla gelmektedir.
Neticede, Trabzon'u da ele geçirerek, bu şehri de Osmanlı İmparatorluğuna katan Fatih, birkaç gün şehirde kaldıktan sonra, Kalipoli (Gelibolu) Sancak Beyi Kazım Bey'i (Bazılarına göre Kasım) Trabzon valiliğine atayarak kentten ayrıldı.

İslâmlaştırma faaliyetleriAslında Osmanlı, her ne kadar İslamlaşmayı bir devlet politikası haline getirmemiş olsa da, derebeyi ve diğer yöneticilerin bu konudaki gayretlerine ve bazı insafsız yaptırımlarına mani de olmuyor ya da olamıyordu. Bu durum, bugün Türkiye’de otoriter yapının bazı durumlarda, resmi politikasında bulunmadığı halde, bazı İslâmi oluşumlara veya Türk ırkçılığı yapan bazı gruplara karşı sessiz davrandığı gibi algılanabilir. Genelde Hıristiyan toplumun Müslümanlaşması, bazı kimselerin veya yönetici kesiminin zorlamasıyla gerçekleştiği gibi, mevcut kötü şartlardan, iç karışıklıklardan ve vergi politikalarından dolayı da kaynaklanıyordu. Yani Müslümanlaşma, tek bir nedene bağlı değildi.
Din değiştirme nedenlerinden en hafifi, Hıristiyan halka yapılan psikolojik işkenceydi. Buna örnek; her Hıristiyanın, her yerde ikinci sınıf muamelesi görmesidir.
Hıristiyanlar, özel hukuk (Müslüman kadınla evlenememe), usül hukuku (Müslümanlara karşı şahitliklerinin kabul edilmeyişi) ve ceza hukuku (Hıristiyanı öldüren Müslümana ölüm cezası verilmeyişi) açılarından olduğu kadar, sosyal kurallar açısından da Müslümanlardan daha aşağı statülere sahiptirler. Örneğin; Müslümanların giydiği elbselerden giyemezler, aynı kumaşları kullanamazlardı. Ermeniler’in şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumlar’ın siyah, Yahudilerin mavi olmak zorundaydı. Müslümanlar kadar yüksek ev inşa edemezlerdi. Evlerinin Müslüman mahallelerine bakan taraflarına pencere yapmaları yasaktı. Dini ayinlerini, Müslümanları rahatsız etmeden yapmak zorundaydılar; yani, çan çalamazlardı. Yeni kilise inşa etmeleri yasaktı; eskilerin tamiri için, Padişah’tan özel izin almaları gerekirdi. Bu kuralların yanı sıra, silâh taşımaları ve ata binmeleri de yasaklanmıştı.[4]
Yukarıdaki yasaklara ek olarak bir başka örnek; Müslümanlığın aleyhinde konuşmak yasaktı. Sokakta ve Müslümanların görebileceği yerlerde istavroz (haç işaretinin, iki omuz, karın ve alın arasında el ile çizilmesiyle yapılan dua) çıkaramazlardı. Düğün, seyran, gece, eğlence, vb. gibi organizasyonlarda Müslümanları rahatsız edecek gürültü yaratmaları yasaktı. Cenazelerinde dahi fazla gürültü yapamazlardı. Müslümanların dini bayram ve şenliklerine de katılmaları yasaklanmıştı.[5]
İslamlaşma ’da önemli rolü olan nedenlerden birisi de, ağır vergi koşulları altında ezilen insanların ekonomik çaresizlik içine sürüklenmeleriydi. Osmanlı vergi sistemi içerisinde o kadar çok vergi türleri vardı ki, burada saymakla bitmez. Kafa karışıklığına maruz kalmamak için burada sadece bir kaçı üzerinde duralım:

Cizye vergisi: Müslümanların fethettikleri yerlerde, Müslüman olmayanlardan alınan ve devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi, bir nevi kelle vergisiydi denebilir.
Avarız vergisi:olağanüstü durumlarda, divanın kararı ve Padişah’ın emri ile toplanan vergi türüydü.
Harac vergisi: Hıristiyanlardan alınan bir vergiydi ve Harac-i Mukassem ve Haracı Muvazzaf olarak ikiye ayrılıyordu. Harac-i Mukassam, elde edilen üründen, Harac-i Muvazzaf ise, toprak üzerinden alınıyordu.
.... devamı 'Karardı Karadeniz' kitabının ilk makalesinde...

Yazan: Vahit Tursun
12/07/2010

Not: Telif haklarını devrettiğimiz için, yazının tamamını yayınlama hakkımız  yoktur. Bütün haklar 'İletişim Yayınları'na aittir. Yazının tamamı 28 sayfa olup, tarihin akışını günümüze dek yansıtmaktadır. Devamını okumak için kitabı satın almalısınız!
Kitabın derleyicisi Uğur Biryol. Kitabın adı 'Karardı Karadeniz'. Kitabı şu an itibarıyla 'İletişim Yayınları'ndan sipariş edebilir veya birkaç güne tüm kitapçılardan veya online kitap satan sitelerden temin edebilirsiniz.




[1]Yorgos Andreadis – Apo To Mitho Stin Eksodo s. 52 – 53
[2]Maliaris Pedia –  (Kollektif eser) O Pontos s281
[3]Heath W. Lowry – Trabzon Şehrinin İslâmlaşma ve Türkleşmesi 1461-1583 s.19
[4]Taner Akçam - Siyasi kültürümüzde zulüm ve işkence - İletişim Yayınları 1992 s. 62-63
[5]Kostas Fotiadis –  İ Eksislamismi Tis Mikras Asias Ke O Kriptoxristiani Tu Pontu s. 160-161

Οι ελληνόφωνοι Πόντιοι στην Τουρκία




Διχασμένοι ανάμεσα στην αγάπη για τη μητρική τους γλώσσα και τους περιορισμούς της εθνοτικής τους ταυτότητας
Του Vahit Tursun*
Τον περασμένο Φεβρουάριο η τουρκική εφημερίδα «Ραντικάλ» δημοσίευσε ολοσέλιδο άρθρο του Vahit Tursun, ελληνόφωνου από την περιοχή Οφη Τραπεζούντας, με τίτλο «Τα Ρωμαίικα της Ανατολής πεθαίνουν». Το άρθρο αναφερόταν στο χωριό Οτσενα της Τραπεζούντας, όπου ένας πανάρχαιος πολιτισμός -ο ελληνικός- ψυχορραγεί και μία γλώσσα -η ελληνική- αργοσβήνει (αναδημοσιεύθηκε στην «Κ» της 4ης Μαρτίου 2007). Στις 11 Νοεμβρίου η εφημερίδα φιλοξένησε νέο άρθρο του Tursun, με τίτλο «Το τίμημα της γλώσσας», στο οποίο ο αρθρογράφος μιλάει για τα αισθήματα που προκαλεί το γεγονός, ότι έπρεπε από μικρός να καταπνίγει τη γλώσσα, που έμαθε, όπως και τα συναισθήματά του. Στην ουσία θίγει το θέμα των ελληνόφωνων μουσουλμάνων στην Τουρκία.
Για το θέμα ο ιστορικός Βλάσης Αγτζίδης τονίζει: Η μετάβαση ελληνόφωνων ομάδων από το χριστιανικό θρησκευτικό σύστημα στο ισλαμικό, κατά τη διάρκεια της οθωμανικής κατάκτησης, αποτελεί μέχρι σήμερα ένα θέμα άγνωστο για τη νεοελληνική επιστήμη. Το φαινόμενο αυτό είχε εμφανιστεί σ΄ ολόκληρο τον ελληνικό κόσμο. Από την Κύπρο και την Πελοπόννησο έως την Hπειρο και τον Πόντο. Σήμερα, όμως, η δημόσια εμφάνιση όσων από τις ομάδες αυτές επιβιώνουν, διευρύνει το ερευνητικό ενδιαφέρον.
Η βιβλιογραφική και αρθρογραφική παρουσία των ελληνόφωνων ομάδων της Τουρκίας είναι πλέον γεγονός. Η αρχή έγινε πριν μερικά χρόνια με την Tanju Izbek, η οποία έλαβε το Βραβείο Ιπεκτσί για μια νουβέλα της στο κρητικό ιδίωμα, όπως αυτό μιλιέται σήμερα στην περιοχή της Gunda (τα παλιά Μοσχονήσια). Πιθανότατα, σύμφωνα με το τουρκικό περιοδικό Actuel, να υπήρχαν πολιτικές ομάδες στη βόρεια Τουρκία που δραστηριοποιούνταν, πριν από το πραξικόπημα του ’80, γύρω από τον πολιτισμό του Πόντου. Το 1996 εκδόθηκε στην Κωνσταντινούπολη, από τον εκδοτικό οίκο Belge, το κλασικό πλέον βιβλίο του Omer Asan, με τίτλο «Pontos Kulturu», δηλαδή «Ο πολιτισμός του Πόντου».
Σήμερα υπάρχουν τέσσερις ελληνόφωνες ομάδες στην Τουρκία: κρητική, ποντιακή, μακεδονική και κυπριακή. Κάθε μία απ’ αυτές έχει εξαιρετικό ιστορικό ενδιαφέρον. Η έκφραση των ομάδων αυτών είναι γεγονός ιδιαίτερης σημασίας, εφόσον αναδεικνύει μια άγνωστη πλευρά της σύγχρονης τουρκικής κοινωνίας που ολοένα γίνεται και περισσότερο σημαντική. Η δημόσια εμφάνιση των ομάδων αυτών δεν αφορά μόνο την τουρκική κοινωνία, η οποία συνειδητοποιεί αργά τον πολυεθνοτικό της χαρακτήρα, καθώς και τους εθνογενετικούς της μύθους. Αφορά παράλληλα και την ελληνική, γιατί της αποκαλύπτει τον τρόπο συγκρότησης των σύγχρονων εθνικών κρατών στην περιοχή μας και το αδιέξοδο των ενδιάμεσων ομάδων -γέννημα της ιστορίας- οι οποίες υποχρεώθηκαν να ενταχθούν στο κράτος που είχε ως ιδεολογικό υπόβαθρο, το δικό τους θρησκευτικό δόγμα.
Το τίμημα της γλώσσας άρχιζε από το σχολείο
Ελευθερία... Μια αίσθηση που είναι αδύνατο να την εξηγήσει κανείς. Ομως ο καθένας προσπαθεί να την περιγράψει χωρίς να την έχει κατανοήσει καλά. Είναι σαν τη φωτιά, που σε ζεσταίνει και σε καίει ανάλογα με τη χρήση της. Είναι σαν το ριπίδιο, που στη μία άκρη του βρίσκεται η στέρηση που δημιουργεί αγανάκτηση και στην άλλη η κατάχρηση που την υποδαυλίζει ολέθρια.
Ο Πλάτωνας λέει ότι: «Η πολύ ελευθερία στον άνθρωπο και το κράτος μετατρέπεται σε σκλαβιά». Ενώ ο Επίκτητος επαναστατεί κατά του ίδιου του θεού του, λέγοντας: «Μπορείτε να μου περάσετε δεσμά στα πόδια, αλλά όχι στην πίστη μου. Ούτε ο Δίας μπορεί να με νικήσει». Ετσι, επί χιλιάδες χρόνια συναντάμε το αίτημα της ελευθερίας στο γραπτό και προφορικό λόγο, στην ιστορία, στην ποίηση, στη φιλοσοφία, στις παροιμίες, στην κλαγγή των όπλων.
Για μένα η ελευθερία είναι δώρο της Φύσης, που όσο το μοιράζεσαι με τους άλλους, τόσο το χαίρεσαι και ο ίδιος. Οσο το στερείς από τους άλλους, τόσο το στερείσαι και εσύ. Η ανθρωπιά, η φιλία και η αδελφοσύνη μόνο κάτω από συνθήκες ελευθερίας μπορούν να επικρατήσουν. Αν και η ελευθερία πιάνεται και δεσμεύεται, πάλι ελεύθερο θα έρθει στον κόσμο, το κάθε παιδί που γεννιέται. Ετσι και εμείς, όπως όλα τα παιδιά, ελεύθεροι γεννηθήκαμε στο χωριό μας. Σε έναν πανέμορφο οικισμό πάνω στα βουνά. Ενας οικισμός που ανήκει στην κωμόπολη Κατωχώρι της Τραπεζούντας και λέγεται Οτσενα. Η μητρική μας γλώσσα δεν ήταν τουρκική. Τα ποντιακά είχαμε ως μητρική. Ρωμαίικα την ονομάζαμε εμείς.
Τα Ρωμαίικα ήταν για μας μέσον έκφρασης του φλερταρίσματος της αλληλεγγύης και βοήθειας, του χαμόγελου και της ευτυχίας. Ηταν δρόμος που μας οδηγούσε στην αγάπη και στον έρωτα. Για πρώτη φορά, στο δημοτικό σχολείο βιώσαμε το πρόβλημα με τη γλώσσα μας. Ο κάθε δάσκαλος που διοριζόταν στο σχολείο μας, απαγόρευε την ομιλία στη μητρική μας. Κάποτε μας εκφόβιζε και κάποτε μας έδερνε για να μη την μιλάμε. Ζητούσε να καταγγείλουμε αυτόν που μιλούσε Ρωμαίικα, αλλά δεν τον ακούγαμε. Συνεχίζαμε να αστειευόμαστε και να παίζουμε, να μαλώνουμε και να τα βρίσκουμε με τη μητρική μας γλώσσα. Με τον καιρό, αρχίσαμε να αναρωτιόμαστε για τη μητρική μας γλώσσα. Ρωτούσαμε τους μεγάλους, τι γλώσσα μαθαίναμε και τι μιλούσαμε. Μάθαμε πως λεγόταν «Τούρκτσε» αυτή που μαθαίναμε και «Ρούμτζε» αυτή που μιλούσαμε. Ομως, στο ερώτημα γιατί μαθαίναμε ενώ μιλούσαμε άλλη γλώσσα, ποτέ δεν υπήρξε ικανοποιητική απάντηση. Αυτό που συχνά επαναφερόταν σαν απάντηση ήταν «με τα Ρωμαίικα άνθρωπος δεν γίνεσαι». Είναι άγνωστο αν μορφωθήκαμε και γίναμε άνθρωποι ή όχι, όμως τελειώνοντας το δημοτικό, γνωριστήκαμε με τα Τουρκικά.
Υποκρινόμενοι σαν χαμαιλέοντες
Μεγαλώνοντας αρχίσαμε να αναρωτιόμαστε για τη μητρική μας γλώσσα και γενικά για την καταγωγή μας πιο επίμονα. Γιατί μιλούσαμε Ρωμαίικα, σε μία χώρα που μιλάνε Τουρκικά; Ολοένα ξεφύτρωναν στο νου μας διάφορες ερωτήσεις γύρω από το τι ήμασταν, ποιοι ήμασταν και ποιοι ήταν οι πρόγονοί μας. Ο καθένας προσπαθούσε να πει κάτι. Κάποιοι λέγανε αυτά που είχαν ακούσει από τους γονείς και τους παππούδες τους και κάποιοι βγάζανε τα δικά τους συμπεράσματα. Ομως, κάθε φορά που άνοιγε και έκλεινε το κεφάλαιο αυτό, καταλήγαμε σε μία εκτίμηση, πως πρέπει να έχουμε σχέση με τους Ρωμιούς και φυσικά με την Ελλάδα. Η πιο αναπάντητη ερώτηση που μας τυραννούσε ήταν: είμαστε τα εγγόνια των Ελλήνων, που εξισλαμίσθηκαν ή τα εγγόνια των Τούρκων που μάθανε τα Ρωμαίικα από Ελληνες. Τα παιδικά μας χρόνια πέρασαν με αυτές τις ερωτήσεις και με τις ανικανοποίητες απαντήσεις.
Πικρία
Με τη μητρική μας γλώσσα ζήσαμε προβλήματα και στην ξενιτιά που πήγαμε. Κάθε φορά που μαζευόμασταν και μιλούσαμε Ρωμαίικα με τους χωριανούς μας, η πρώτη ερώτηση αυτών που καταλάβαιναν ότι μιλάμε μία ξένη γλώσσα ήταν «τι γλώσσα μιλάτε;». Οταν τους απαντούσαμε «μιλάμε Ρωμαίικα», δεχόμασταν άλλες ερωτήσεις και διάφορες αντιδράσεις. Ετσι για πρώτη φορά, με τους ανθρώπους που συναντήσαμε στην ξενιτιά, αρχίσαμε πραγματικά να αισθανόμαστε την πικρία της μειονεκτικότητας. Κάθε φορά που γινότανε λόγος για τους Eλληνες, ο ισχυρισμός ότι «οι Ελληνες είναι λαός άναντρος και εχτρός» μας τραυμάτιζε ψυχολογικά. Πληγωνόμασταν με τη σκέψη ότι ο ισχυρισμός αυτός μπορεί να ισχύει και για μας, εφόσον μιλάμε, αν όχι την ίδια, μία άλλη διάλεκτο της ίδιας γλώσσας που μιλάνε και οι Ελληνες. Γι’ αυτό και με τον καιρό, αρχίσαμε να κρύβουμε την αλήθεια και κάθε φορά που μας ρωτούσανε για τη γλώσσα μας, λέγαμε ότι είναι Λαζικά. Γιατί, όταν τους λέγαμε πως είμαστε από τη Μαύρη Θάλασσα, νομίζοντας ότι είμαστε Λαζοί, χαιρόντουσαν.
Τα προβλήματα που ζούσαμε με τη μητρική μας γλώσσα, συμπληρώνονταν με τα έργα που παρακολουθούσαμε στην τηλεόραση. Οταν βλέπαμε έργα με θέμα πολέμους μεταξύ Βυζαντινών και Τούρκων, ή μεταξύ Ελλήνων και Τούρκων, εμείς πληγωνόμασταν. Διότι, όταν βλέπαμε την τραγικοκωμική κατάσταση των Ελλήνων στη σκηνή, ο νους μας μάς έφερνε στο δίλημμα να πάρουμε θέση: με σωστούς, τίμιους, ήρωες Τούρκους, ή με ανίκανους πολεμιστές, δολοπλόκους, ψεύτες και το χειρότερο, με «γκιαούρηδες» τους Ελληνες, όπως παρουσιάζονταν στο έργο. Ελα που η μητρική μας γλώσσα, δεν μας άφηνε. Ηταν εμπόδιο στο να διαλέξουμε μεταξύ Τούρκων και Ελλήνων. Μέσα σε αυτό το δίλημμα, ζούσαμε ψυχικές καταστάσεις που ίσως δεν έχει ζήσει η ανθρωπότητα στην ιστορία της. Παρακολουθώντας το έργο, από τη μία υποστηρίζαμε τους ήρωες Τούρκους, από την άλλη μας βασάνιζε μια αίσθηση ανεξήγητης ενοχής. Για να κρύβουμε την κατάσταση μας αυτή, προσπαθούσαμε να δείξουμε περισσότερη χαρά στον ηρωισμό των Τούρκων, διαμορφώνοντας τους μυς του προσώπου μας διαφορετικά από αυτό που σηματοδοτούσε ο εγκέφαλός μας. Σε αυτή την επίδοσή μας, μπορούσαν να μας ζηλέψουν και οι χαμαιλέοντες.
Σήμερα
Στο σήμερα που φτάσαμε, ο Ελληνόφωνος πληθυσμός του Πόντου, που πιάστηκε στη μέγκενη ανάμεσα στην αγάπη προς τη μητρική του γλώσσα και σε μια καταραμένη ταυτότητα, αδυνατεί πια να αντεπεξέλθει. Ηδη αρκετοί συμπολίτες μας άρχισαν να μαθαίνουν Τουρκικά στα παιδιά τους από τη γέννησή τους. Ακόμη και τα ρατσιστικά λόγια, συνθήματα και οι εθνικιστικές προπαγάνδες που έχουν αυξηθεί τα τελευταία χρόνια, κοντεύουν να σβήσουν από την ιστορία έναν ολόκληρο λαό, με έναν πανάρχαιο πολιτισμό. Το να εξαφανίζεται ένας πολιτισμός, ισούται με το να εξαφανίζεται ένας λαός. Ποιος θα πληρώσει μπροστά στην ιστορία γι’ αυτό το έγκλημα δεν ξέρω.
* Ο Vahit Tursu είναι ελληνόφωνος από την περιοχή Οφη Τραπεζούντας. Αυτό το άρθρο του δημοσιεύθηκε στη μεγάλης κυκλοφορίας κεντροαριστερή εφημερίδα της Τουρκίας Radikal, στις 11 Νοεμβρίου.

Πέμπτη 22 Νοεμβρίου 2012

Φροντιστήριο Τραπεζούντας


Συγγραφή : Σαλβάνου Αιμιλία (26/8/2002)
Για παραπομπήΣαλβάνου Αιμιλία, «Φροντιστήριο Τραπεζούντας», 2002,
Εγκυκλοπαίδεια Μείζονος Ελληνισμού, Μ. Ασία
URL: <http://www.ehw.gr/l.aspx?id=6622>


 
1. Εισαγωγή

Το «Ελληνικόν Φροντιστήριον Τραπεζούντος» υπήρξε ο σημαντικότερος και μακροβιότερος εκπαιδευτικός οργανισμός της Τραπεζούντας και ένα από τα σημαντικότερα εκπαιδευτήρια της Μικράς Ασίας. Ιδρύθηκε το 1682 από τον Σεβαστό Κυμινήτη και διατηρήθηκε ως την αρχή της αποχώρησης των ελληνορθοδόξων από την πόλη το 1921. Κατά την πολυετή λειτουργία του το Φροντιστήριο συνέβαλε στην ανάδυση των διανοουμένων του Πόντου, που με τη σειρά τους συνετέλεσαν στη δημιουργία της εθνοτοπικής ταυτότητας του τέλους του 19ου αιώνα.

2. Ιστορία του Φροντιστηρίου: 1682-1816

Από την αρχή της λειτουργίας του Φροντιστηρίου, στόχος του ήταν η διαμόρφωση ελληνικής και χριστιανικής συνείδησης. «Κύριο μέλημά του [Σεβαστού Κυμινήτη ήταν] η πνευματική ανάπτυξη των συμπατριωτών του και η ηθική και δογματική ενίσχυσή τους, ώστε να αντισταθούν στους διωγμούς των Τούρκων και στην προπαγάνδα των καθολικών».1 Ο στόχος αυτός, αν και κατά καιρούς διευρύνθηκε, αποτέλεσε το βασικό άξονα του Φροντιστηρίου σε όλη τη διάρκεια της λειτουργίας του. Αν και το Φροντιστήριο ιδρύθηκε κατά το πρότυπο της Σχολήςτου Φαναρίου, οι συνθήκες κάτω από τις οποίες λειτουργούσε κατά τα πρώτα χρόνια της ίδρυσής του δεν πρόδιδαν τη μελλοντική του εξέλιξη και σπουδαιότητα. Από επιστολή του Κυμινήτη προς τον δάσκαλό του Ιωάννη Καρυοφύλλη πληροφορούμαστε ότι οι πρώτοι μαθητές του ήταν συνολικά 20.2 Στο επόμενο διάστημα η λειτουργία του Φροντιστηρίου δεν ήταν συνεχής. Οι διακοπές της, ωστόσο, δεν ήταν τόσο μακροχρόνιες ώστε να μην μπορεί να θεωρηθεί ενιαία η ιστορία του εκπαιδευτικού ιδρύματος.

Τον Σεβαστό Κυμινήτη διαδέχθηκε το 1689 στη διεύθυνση του Φροντιστηρίου ο Θεόδωρος ο Συμεώνος, ο οποίος παρέμεινε μέχρι το 1692. Αν και για το διάστημα 1692-1720 δεν έχουμε πληροφορίες για τους διευθυντές και τους δασκάλους του Φροντιστηρίου, ωστόσο υπάρχουν μαρτυρίες ότι παρέμεινε ανοικτό όλο αυτό το διάστημα. Το 1720 τη διεύθυνση του Φροντιστηρίου την ανέλαβε ο Νικόδημος. Η μακρόχρονη σχολαρχία του και οι προσπάθειες που κατέβαλε για την ανανέωση της σχολής με την ίδρυση βιβλιοθήκης συνετέλεσαν ώστε από τη δεύτερη δεκαετία του 18ου αιώνα η σχολή να είναι γνωστή με το όνομα «Κοσμική Σχολή Νικόδημου». Την περίοδο αυτή αφιερώθηκαν στο Φροντιστήριο τα βιβλία του Γ. Υπομενά, κίνηση που αποτέλεσε αφορμή για την ίδρυση βιβλιοθήκης. Ύστερα από μια περίοδο διακεκομμένης λειτουργίας, το Φροντιστήριο επαναλειτούργησε το 1764 με δάσκαλο τον Ιωάννη Οικονόμο τον εκ Καθαρών, κατά τη σχολαρχία του οποίου εισήχθηκαν ως διδασκόμενα μαθήματα στοιχεία Ιατρικής και Γεωγραφίας. Τον Οικονόμο τον διαδέχθηκε το 1778 ο Ηλίας Κανδήλογλους, μέχρι το 1784. Η περίοδος από το 1784 μέχρι το 1816 είναι από τις σκοτεινότερες του Φροντιστηρίου. Κάποιες εποχές λειτούργησε, αφού υπάρχουν μαρτυρίες για διδάξαντες (Σεραφείμ ιερομόναχος εκ Χαλδίας, Ιωάννης εκ Χολομάνας, Γεώργιος Κλαδόπουλος και Ιωάννης Καισαρεύς), χωρίς όμως να είναι γνωστό πότε ακριβώς σχολάρχησε ο καθένας. Το 1803 ξαναδίδαξε ο Ηλίας Κανδήλογλους, στον οποίο μαθήτευσε ο Σάββας Τριανταφυλλίδης. Μετά την αναχώρησή του το 1804 έμεινε κενή η σχολή για λιγότερο από ένα έτος.

3. Ιστορία του Φροντιστηρίου: 1817-1922

Η περίοδος από το 1817 ως το 1922, παρά τα όποια προβλήματα που κατά καιρούς παρουσιάστηκαν, χαρακτηρίστηκε από τη διαρκή προσπάθεια αναβάθμισης του Φροντιστηρίου της Τραπεζούντας, αναβάθμιση η οποία κατέληξε στην αναγνώρισή του ως πλήρες Γυμνάσιο, ισότιμο των Γυμνασίων του ελληνικού κράτους, στο τέλος του 19ου αιώνα. Η άνθηση του την περίοδο αυτή, και ιδιαίτερα μετά το 1860, οφειλόταν στο ενδιαφέρον ολόκληρης της κοινότητας της Τραπεζούντας για τα εκπαιδευτικά πράγματα της πόλης: απλοί πολίτες, η Μητρόπολη και τα μοναστήρια συνέβαλαν, ο καθένας με το ύψος της επιχορήγησης που μπορούσε, στην ανοδική του πορεία.

3.1. 1817-1850: Ανασύσταση 

Το Φροντιστήριο ανασυστάθηκε από τον Σάββα Τριανταφυλλίδη το 1817, στο πλαίσιο του αυξημένου ενδιαφέροντος για την παιδεία που προκάλεσε το κίνημα του Νεοελληνικού Διαφωτισμού. Η συνείδηση της λειτουργίας του Φροντιστηρίου κάτω από νέους όρους ήταν τόσο έντονη ώστε ο Σάββας Τριανταφυλλίδης εισήγαγε την αρίθμηση των ετών λειτουργίας του Φροντιστηρίου από την επανίδρυσή του, σύστημα που διατήρησε και ο γιος του Περικλής, το οποίο όμως εγκαταλείφθηκε γρήγορα.3 Οι διάδοχοι του Σάββα Τριανταφυλλίδη, που πέθανε το 1823, μέχρι το 1840 εναλλάσσονταν τακτικά στη σχολαρχία του Φροντιστηρίου, συχνά και μέσα στο ίδιο έτος, με αποτέλεσμα να διαψευστούν προσωρινά οι ελπίδες για πιο εύρυθμη και πιο αποδοτική λειτουργία του. Η ανώμαλη αυτή κατάσταση ανατράπηκε κατά τη σχολαρχία του Αντώνη Καμπούρογλου, ο οποίος δίδαξε στο Φροντιστήριο μέχρι το 1842. Το Φροντιστήριο περιλάμβανε τότε μόνο δύο τάξεις ελληνικές –όπου διδάσκονταν μόνο ελληνικά και θρησκευτικά–, ενώ παραλείπονταν όλα τα υπόλοιπα μαθήματα. Ενώ οι απόφοιτοί του μέχρι τότε, όταν πήγαιναν στην Αθήνα να συνεχίσουν τις σπουδές τους, κατάφερναν να καταταγούν στην πρώτη τάξη του Γυμνασίου, από το 1840 και μετά κρίνονταν ικανοί για ανώτερες σπουδές και αρκετοί στέλνονταν με έξοδα της κοινότητας, με την υποχρέωση να επιστρέψουν και να διδάξουν στην ιδιαίτερή τους πατρίδα.4

3.2. 1850-1902: Ακμή

Διάδοχος του Αντώνη Καμπούρογλου ήταν το 1844 οΠερικλής Τριανταφυλλίδης. Την περίοδο 1850-1855 η ζωή του Φροντιστηρίου χαρακτηρίστηκε από βαθιά κρίση που οφειλόταν σε ενδοκοινοτικές συγκρούσεις. Αποτέλεσμα ήταν να καμφθεί για ένα διάστημα η διαρκής πρόοδος του Φροντιστηρίου και να μειωθεί ο αριθμός των μαθητών που φοιτούσαν σε αυτό, εξέλιξη που ωστόσο ήταν παροδική και ανατράπηκε αμέσως μετά την αποκλιμάκωση της κρίσης. Από τα μέσα της δεκαετίας του 1850 αυξήθηκαν τόσο οι μαθητές του σχολείου όσο και οι τάξεις που λειτουργούσαν και τα μαθήματα που διδάσκονταν, αφού προστέθηκαν τα γαλλικά. Πάντως η διδασκαλία των αρχαιοελληνικών μαθημάτων και την περίοδο αυτή κυριαρχούσε έναντι της Φυσικής και της Χημείας, που βρίσκονταν σε δεύτερη μοίρα. Ήδη από την εποχή αυτή είχε ψηφιστεί ετήσιο κονδύλι για τον εμπλουτισμό της βιβλιοθήκης, που φαίνεται να ενδιέφερε ολόκληρη την κοινότητα.5 Για το λόγο αυτό φαίνεται να υπήρχε αίτημα να μεταστεγαστεί η βιβλιοθήκη από το κτήριο του Φροντιστηρίου σε ιδιαίτερο οίκημα, ώστε να είναι προσιτή σε όλους και όχι μόνο στους δασκάλους του Φροντιστηρίου. Κατά τη σχολαρχία του Γ. Παπαδόπουλου οργανώθηκε η βιβλιοθήκη με την καταγραφή όλων των τόμων και τον ορισμό βιβλιοθηκαρίου.6 Παράλληλα συγκεντρώθηκε κεφάλαιο 150 λιρών για τη βιβλιοθήκη, το οποίο όμως δε χρησιμοποιήθηκε εγκαίρως για το σκοπό αυτό, με αποτέλεσμα να απορροφηθεί στην κάλυψη των κενών του προϋπολογισμού και η βιβλιοθήκη να αφεθεί στο εξής στην τύχη της.7

Οι σχέσεις με το ελληνικό κράτος συσφίχθηκαν στο τέλος του 19ου αιώνα, αφού το Φροντιστήριο της Τραπεζούντας αναγνωρίστηκε από το Πανεπιστήμιο Αθηνών ως πλήρες Γυμνάσιο, ισότιμο των ελληνικών. Αποτέλεσε έτσι το μόνο αναγνωρισμένο Γυμνάσιο του Πόντου μέχρι τη δεύτερη δεκαετία του 20ού αιώνα, οπότε αναγνωρίστηκε και το Γυμνάσιο Αμισού. Τα μαθήματα που διδάσκονταν ήταν ίδια με αυτά των γυμνασίων της Ελλάδας (Ελληνικά, Μαθηματικά, Φυσική, Χημεία και Γυμναστική). Επίσης, ως ξένες γλώσσες διδάσκονταν τα Γαλλικά, τα Τούρκικα και τα Ρωσικά. Το Φροντιστήριο λειτουργούσε έξι ημέρες την εβδομάδα, πρωί και απόγευμα, με εξαίρεση το απόγευμα του Σαββάτου. Από τα σημαντικότερα ονόματα διδασκόντων ήταν οι Περικλής Τριανταφυλλίδης,Κωνσταντίνος ΞανθόπουλοςΓ. Κ. ΠαπαδόπουλοςΙ. ΠαρχαρίδηςΜ. ΠαρανίκαςΝ. Λιθοξόος, Ευθ. Γραμματικόπουλος.

3.3. 20ός αιώνας: πλήρης ανάπτυξη του Φροντιστηρίου

Η περίοδος αρμονικής λειτουργίας του Φροντιστηρίου διήρκεσε ως τη νέα ενδοκοινοτική κρίση του 1893, η οποία κράτησε τέσσερα περίπου χρόνια. Η νέα περίοδος από το 1897 χαρακτηρίστηκε από την ανέγερση μεγαλοπρεπούς κτηρίου στο οποίο στεγάστηκε το Φροντιστήριο μέχρι το 1921. Από τις αρχές του 20ού αιώνα μέχρι τα τελευταία χρόνια της λειτουργίας του, στο κτήριο του Φροντιστηρίου στεγάζονταν τετρατάξιο Δημοτικό, τριτάξιο Σχολαρχείο και πεντατάξιο Γυμνάσιο. Στην πραγματικότητα λειτουργούσαν στο Φροντιστήριο δύο γυμνάσια, αφού εξαιτίας του πλήθους των μαθητών κάθε τάξη ήταν χωρισμένη σε δύο τμήματα. Περιλάμβανε κλασικό και εμπορικό τμήμα και τα μαθήματα που διδάσκονταν ήταν αντίστοιχα με της Ελλάδας. Στην Εμπορική Σχολή του Φροντιστηρίου φοιτούσαν απόφοιτοι της δευτέρας τάξεως του Γυμνασίου.8 Από το 1907, στη σχολαρχία του Ν. Λιθοξόου, άρχισε να λειτουργεί στο Φροντιστήριο στοιχειώδες διδασκαλείο.9 Γνωστά ονόματα δασκάλων ως τον Νοέμβριο του 1921, οπότε σταμάτησε η λειτουργία του Φροντιστηρίου, ήταν οι: Μ. Χειμωνίδης, Καπνιάς, Αθανασιάδης, Λαζαρίδης, Κανανίδης, Τζιράχ, Μαυρίδης, Χρυσουλίδης, Στρουθόπουλος, Ισμαήλ Βασιλειάδης, Φ. Χειμωνίδης και Φωστηρόπουλος. Η φήμη και ακτινοβολία του Φροντιστηρίου ήταν τόσο μεγάλη ώστε σε αυτό συνέρρεαν μαθητές, όχι μόνο από την επαρχία της Τραπεζούντας, αλλά και από τις υπόλοιπες επαρχίες του Πόντου, όπως και από τις ελληνικές κοινότητες της Ρωσίας. Και οι απόφοιτοι του Φροντιστηρίου στέλνονταν δάσκαλοι σε ολόκληρο τον Πόντο και τα παράλια της Μαύρης Θάλασσας.

4. Περίοδοι κρίσης στη λειτουργία του Φροντιστηρίου: ενδοκοινοτικά προβλήματα

4.1. Α' κρίση Φροντιστηρίου: 1850-1855

Στη διάρκεια του 19ου αιώνα παρουσιάστηκαν περίοδοι σοβαρών ενδοκοινοτικών κρίσεων με άμεση επιρροή στη ζωή και την εξέλιξη του Φροντιστηρίου. Η πρώτη κρίση παρουσιάστηκε την τριετία 1850-1853 με αφορμή την εκλογή των συμβούλων της Πολιτικής Κάσσας. Αρχηγοί των δύο μεγάλων κομμάτων στα οποία χωρίστηκε η κοινότητα της Τραπεζούντας ήταν ο Καρβωνίδης και ο Παρηγόρης.10Στα πλαίσια του Φροντιστηρίου η αντιπαλότητα αυτή εκφράστηκε με αντιπάθεια στο πρόσωπο του τότε διευθύνοντα Περικλή Τριανταφυλλίδη. Στη διαμάχη αρχικά υπερίσχυσαν οι αντίπαλοι του Τριανταφυλλίδη, οι οποίοι επέβαλαν την αποχώρησή του από το Φροντιστήριο και την αντικατάστασή του από τον Στέφανο Λεφάκη. Γρήγορα όμως αυτός παραιτήθηκε και τη διεύθυνση του Φροντιστηρίου την ανέλαβε ξανά ο Περικλής Τριανταφυλλίδης, μέχρι που παύθηκε από την Εφορεία, η οποία κάλεσε ως διευθυντή τον πρώην δάσκαλο του Φροντιστηρίου Κωνσταντίνο Ξανθόπουλο, αναθέτοντάς του ταυτόχρονα τη συνολική ευθύνη και για τα υπόλοιπα σχολεία της πόλης. Αυτός παραιτήθηκε σε σύντομο χρονικό διάστημα για οικονομικούς λόγους και τη θέση του ανέλαβε ο Θεόδωρος Κυριακίδης. Την ίδια εποχή η αρνητική στάση των αρμοδίων απέναντι στο αίτημα των οπαδών του Τριανταφυλλίδη να προσληφθεί στο Φροντιστήριο είχε ως αποτέλεσμα το βάθεμα της κρίσης που μάστιζε ήδη την εκπαίδευση. Η κορύφωση αυτής της ολοένα εντεινόμενης κατάστασης ήταν να παραμείνει κλειστό το Φροντιστήριο τη χρονιά 1852-1853, αφού ξέσπασαν ταραχές και παραιτήθηκαν από τις θέσεις τους δάσκαλοι και έφοροι. Ακόμα και οι προσπάθειες του Πατριαρχείου για αποκατάσταση της ομόνοιας έπεσαν στο κενό, αφού ούτε η συνεργασία του απεσταλμένου του με την εφορεία κατάφερε να δώσει λύση στα προβλήματα. Η ολοένα εντεινόμενη διάσταση κατέληξε το 1853 στην ίδρυση ιδιωτικού σχολείου από τον Τριανταφυλλίδη. Η σχολή, που είχε την υποστήριξη της εκκλησίας, αρχικά ονομάστηκε Ιερατική και στη συνέχεια Αχίλλειον. Διευθυντής ήταν ο κληρικός Ευστάθιος Κλεόβουλος. Τη διετία 1853-1855 η σχολή του Τριανταφυλλίδη λειτούργησε κανονικά, σε μια περίοδο που το Φροντιστήριο παρέμεινε κλειστό λόγω των κομματικών ερίδων. Η κατάσταση ανατράπηκε με την ίδρυση νέου σχολείου στο κτήριο του Φροντιστηρίου Τραπεζούντας από όσους είχαν μείνει ουδέτεροι στη διένεξη. Το σχολείο του Τριανταφυλλίδη έκλεισε και ο ίδιος κλήθηκε από το Πατριαρχείο σε απολογία.

4.2. Β' κρίση Φροντιστηρίου: 1893-1897

Η δεύτερη ενδοκοινοτική κρίση ξέσπασε το 1893 και διήρκεσε τέσσερα χρόνια. Αφορμή ήταν η διχόνοια που ξέσπασε για την εκλογή του μητροπολίτη Κωνστάντιου. Ακόμα και μετά την επανέναρξη της λειτουργίας του Φροντιστηρίου, οπαδοί του προηγούμενου μητροπολίτη αρνήθηκαν να στείλουν τα παιδιά τους σε κοινοτικό σχολείο. Για το λόγο αυτό ίδρυσαν ιδιωτικό σχολείο που λειτούργησε μέχρι το 1897, οπότε και αποκαταστάθηκε η ομόνοια στην κοινότητα. Η λήξη της κρίσης συνέπεσε με την απόφαση ανοικοδόμησης του καινούργιου κτηρίου του Φροντιστηρίου.

5. Κτήρια

Κατά τη μακρόχρονη ιστορία του, το Φροντιστήριο Τραπεζούντας στεγάστηκε σε διαφορετικά κτήρια, ανάλογα με τις ανάγκες και τις δυνατότητές του κάθε φορά. Κατά την ίδρυσή του το 1682 στεγάστηκε σε μετόχι της μονής τηςΠαναγίας Σουμελά.11 Εκεί πρέπει να παρέμεινε ως το σχολικό έτος 1778/1779, οπότε βρέθηκε να στεγάζεται σε οικία του τότε σχολαρχούντος Ηλία Ν. Κανδήλογλου, γεγονός που οδηγεί στην υπόθεση ότι το Φροντιστήριο την εποχή εκείνη θα πρέπει να διερχόταν κρίση, τουλάχιστον σε ό,τι αφορά τον αριθμό των μαθητών του. Στην οικία του Κανδήλογλου το Φροντιστήριο στεγάστηκε μέχρι το 1784. Η επόμενη μαρτυρία που έχουμε είναι ότι στις αρχές του 19ου αιώνα ήταν στεγασμένο σε μετόχι της Μονής Περιστερεώτα, και εξαιτίας αυτής της στέγασης δημιουργήθηκε ένταση στις σχέσεις της κοινότητας με τη μονή το 1833. Το 1843 άρχισε η οικοδόμηση κτηρίου για το Φροντιστήριο από την κοινότητα, όταν μητροπολίτης ήταν ο Κωνστάντιος Καρατζόπουλος. Το κτήριο αυτό κτίστηκε με δαπάνες της κοινότητας, με το οικονομικό περίσσευμα από τη διάλυση της Πολιτικής Κάσσας και με την προσωπική οικονομική συμβολή του μητροπολίτη. Λίγους μήνες όμως μετά την έναρξη των εργασιών, η κοινότητα αναγκάστηκε να κατεδαφίσει το κτήριο επειδή έγιναν καταγγελίες ότι βρισκόταν σε εξαιρετικά περίοπτη και προκλητική θέση. Ενώ η κοινότητα κέρδισε τη δίκη, τελικά άλλαξε θέση για να μην προκληθούν εντάσεις με τις σύνοικες εθνότητες. Η οικοδομή αποπερατώθηκε το 1845, όταν διευθυντής του Φροντιστηρίου ήταν ο Κωνσταντίνος Ξανθόπουλος και έφοροι οι Δημήτριος Καρβωνίδης, Χατζή Κωνσταντίνος Παρηγόρης και Νικόλαος Παρασκευάς.

5.1. Το κτήριο του Φροντιστηρίου Τραπεζούντας τον 20ό αιώνα

Το τελευταίο μεγαλοπρεπές κτήριο του Φροντιστηρίου, που αποτελούσε ουσιαστικά προέκταση του προηγούμενου, θεμελιώθηκε το 1898 και αποπερατώθηκε το 1902. Μητροπολίτης ήταν ο Κωνσταντίνος Καρατζόπουλος και γυμνασιάρχης ο Ματθαίος Παρανίκας. Η φροντίδα για την αποπεράτωση του έργου ανατέθηκε σε δύο επιτροπές (η πρώτη είχε τη γενική ευθύνη και αποτελούνταν από τους Κ. Θεοφύλακτο, Α. Εφραιμίδη, Κ. Βελισαρίδη, Ι. Σειρηνόπουλο και Γ. Π. Τζουλιάδη, ενώ η δεύτερη σκοπό είχε να συγκεντρώσει χρήματα μέσω εράνων από τους ομογενείς της Ρωσίας. Την επιτροπή αυτή αποτελούσαν οι Γ. Ακριτίδης, Π. Λαμπρινίδης, Χατζή Γεώργιος Ακριτίδης και Θ. Φουντόπουλος).12 Το νέο κτήριο βρισκόταν μεταξύ των ενοριών Αγίου Γρηγορίου και Υπαπαντής, σε βράχο ανάμεσα στη Μητρόπολη του Αγίου Γρηγορίου και στο Μητροπολιτικό Μέγαρο. Είχε 36 αίθουσες και κεντρική θέρμανση, αποτελώντας πρωτοποριακό οικοδόμημα για την εποχή του. Ήταν τριώροφο, ενώ από την πλευρά που έβλεπε προς τη θάλασσα είχε δύο επιπλέον ορόφους, όπου στεγάζονταν το κλειστό και το ανοικτό γυμναστήριο. Στο ισόγειο υπήρχαν οι αίθουσες ωδικής της Φιλαρμονικής Τραπεζούντας, η τραπεζαρία των μαθητών, το ιματιοφυλάκιο και στεγάζονταν σύλλογοι που με κάποιον τρόπο σχετίζονταν με το Φροντιστήριο, όπως ο σύλλογος «Ξενοφών». Στον πρώτο όροφο στεγάζονταν οι τάξεις του Δημοτικού και τμήμα του Σχολαρχείου, ενώ στο δεύτερο οι υπόλοιπες τάξεις του Σχολαρχείου, το Γυμνάσιο και το Αναγνωστήριο.13

6. Εθνοποιητικός ρόλος του Φροντιστηρίου

Η δράση του Φροντιστηρίου Τραπεζούντας μετά το 1860 εντάχθηκε στο ευρύτερο πλαίσιο της δημιουργίας εθνοτικής ταυτότητας κυρίως μέσα από τη σύνδεσή του με το γενικότερο κλίμα της εποχής για ανακάλυψη της τοπικής ιστορίας και θεμελίωση και διαχείριση πολιτισμικών δεσμών με την κλασική αρχαιότητα. Αποτέλεσε το κέντρο όπου φοίτησαν ή δίδαξαν οι σημαντικότεροι λόγιοι του Πόντου, άνθρωποι που μέσα από πολύπλευρο έργο πέραν του διδακτικού εργάστηκαν για τη συγκρότηση εθνικού χώρου στην περιοχή. Ο Σάββας και ο Περικλής Τριανταφυλλίδης, ο Γ. Παπαδόπουλος, ο Ν. Λιθοξόος, ο Φίλων Κτενίδης και ο Επαμεινώνδας Κυριακίδης είναι μερικοί μόνο από τους πρωτοπόρους της καλλιέργειας της εθνικής ταυτότητας στον Πόντο που εμπλέκονταν άμεσα με το Φροντιστήριο Τραπεζούντας. Οι άνθρωποι αυτοί, καθώς και πολλοί ακόμα που φοίτησαν στο Φροντιστήριο, αποτελούσαν τους λόγιους κύκλους του Πόντου, και η εμβέλεια του έργου τους, μέσα από την έκδοση μονογραφιών και την αρθογραφία τους στον Τύπο της εποχής –αλλά και αργότερα στον περιοδικό Τύπο ποντιακών συλλόγων στην Ελλάδα– συνετέλεσαν στη δημιουργία μιας διακριτής εθνοτοπικής ταυτότητας, της ποντιακής. Ο κεντρικός ρόλος του Φροντιστηρίου Τραπεζούντας στη συγκρότηση της εθνικής ποντιακής ταυτότητας καταφαίνεται και από τη σχέση του με τους υπόλοιπους συλλόγους της πόλης. Στο κτήριό του στεγάζονταν τα γραφεία του συλλόγου «Ξενοφών» και αίθουσες της φιλαρμονικής της πόλης. Φαίνεται να λειτουργούσε ως σημείο αναφοράς για ολόκληρη την εκπαιδευτική δραστηριότητα του Πόντου.

7. Μετονομασίες 

Στο πλαίσιο της συγκρότησης της εθνικής κοινότητας εντάσσονται και οι εξαρχαϊσμοί των ονομάτων που συντελέστηκαν στο Φροντιστήριο από τις τελευταίες δεκαετίες του 19ου αιώνα και μετά. Μετά την ανανέωση και το κλίμα ελευθερίας που δημιούργησε η εφαρμογή των οθωμανικών μεταρρυθμίσεων με τις διακηρύξεις για την ισότητα όλων των υπηκόων της αυτοκρατορίας ανεξαρτήτως θρησκεύματος, ξεκίνησε ένα κύμα εξελληνισμού και εκχριστιανισμού των ανθρωπωνυμίων. Το ρεύμα αυτό είχε ήδη ξεκινήσει από τις δύο πρώτες δεκαετίες του 19ου αιώνα –τα προεπαναστατικά χρόνια– αλλά αφορούσε μικρούς κύκλους διανοουμένων. Στη Μικρά Ασία το φαινόμενο του εξελληνισμού-εξαρχαϊσμού των ονομάτων φτάνει τις πρώτες δεκαετίες μετά την ίδρυση του ελληνικού κράτους, όταν ελληνόφωνοι πυρήνες διανοουμένων άρχισαν να αναπτύσσουν στενότερες ιδεολογικές σχέσεις με την Ελλάδα. Οι μετονομασίες γίνονταν στα πλαίσια εκπαιδευτικών ιδρυμάτων· σε αυτές εμπλέκονταν άνδρες, ένας έφηβος και ένας ενήλικας, σε μια κανονική τελετή αποπομπής μιας προηγούμενης μη ελληνικής ταυτότητας και ανάληψης μιας νέας. Τα νέα ονόματα ήταν συνήθως αρχαιοελληνικά, προκειμένου να τονίσουν τη σύνδεση του έθνους με το παρελθόν, που θα του έδινε τις απαραίτητες προοπτικές για το μέλλον.14 Οι πληροφορίες που έχουμε για τις μετονομασίες στο Φροντιστήριο Τραπεζούντας αφορούν τα επώνυμα των μαθητών. Οι εξελληνισμοί αυτοί, στην πραγματικότητα μεταφράσεις του τουρκικού επωνύμου, στόχευαν μέσω της αλλαγής του επωνύμου του παιδιού να επηρεαστεί στο μέλλον το επώνυμο ολόκληρης της οικογένειας. Τέτοια εξελληνισμένα επίθετα ήταν για παράδειγμα τα ακόλουθα: Έξογλου-Ξυνόπουλος, Ελατζόγλου-Ελαττόπουλος, Ατζεμόγλου-Περσόπουλος, Ταραχτζόγλου-Κτενίδης και Καζκερτανόγλου-Χηνολαιμίδης.15 Η συχνότητα εμφάνισης αρχαιοπρεπών ονομάτων ιδιαίτερα στα μεσαία στρώματα του Πόντου κατά τις τελευταίες δεκαετίες του 19ου αιώνα, και όχι κατ’ αποκλειστικότητα στο αντρικό φύλο, ωστόσο δεν μπορεί παρά να συνδέεται με αυτού του είδους τη δράση του Φροντιστηρίου Τραπεζούντας, αν όχι άμεσα –με τη μορφή τελετουργικών εξαρχαϊσμών– τουλάχιστον ως έμμεση επιρροή στον παραδοσιακό τρόπο ονοματοδοσίας στην κοινότητα.
1. Κόλιας, Ι., «Ο Σεβαστός Κυμινήτης και η ίδρυση του Φροντιστηρίου Τραπεζούντας», Ελληνικά, τόμ. 30 (1977-780), σελ. 292.
2. Κόλιας, Ι., «Ο Σεβαστός Κυμινήτης και η ίδρυση του Φροντιστηρίου Τραπεζούντας», Ελληνικά, τόμ. 30 (1977-780), σελ. 292.
3. Κυριακίδης, Επαμεινώνδας Θ., Βιογραφίαι των εκ Τραπεζούντος και της περί αυτήν χώρας από της Αλώσεως μέχρις των ακμασάντων λογίων, μετά σχεδιάσματος ιστορικού περί του Ελληνικού Φροντιστηρίου των Τραπεζουντίων (Αθήνα 1897), σελ. 218.
4. Κυριακίδης, Επαμεινώνδας Θ., Βιογραφίαι των εκ Τραπεζούντος και της περί αυτήν χώρας από της Αλώσεως μέχρις των ακμασάντων λογίων, μετά σχεδιάσματος ιστορικού περί του Ελληνικού Φροντιστηρίου των Τραπεζουντίων (Αθήνα 1897), σελ. 228.
5. Εύξεινος Πόντος, ετ. 2, σελ. 27-29.
6. Ποντιακά Φύλλα, 7-8 (1936).
7. Εύξεινος Πόντος, ετ. 2, σελ. 27-29.
8. Χρύσανθος μητροπολίτης Τραπεζούντας, «Η εκκλησία Τραπεζούντος», Αρχείον Πόντου, τόμ. Δ-Ε (1933), σελ. 746.
9. Κτενίδης, Φ., «Το Φροντιστήριο Τραπεζούντας», Ποντιακή Εστία, ετ. 9, τ. 2-3 (1958), σελ. 4750 [4737-4752].
10. Ο πρώτος δεν επιθυμούσε να εκλέγονται τα μέλη της Πολιτικής Κάσσας από όλη την πόλη και ζητούσε να δοθεί μεγαλύτερη εξουσία στους εφόρους. Παραδίδεται, πάντως, ότι στη βάση της διένεξης βρίσκονταν οι προσωπικές συμπάθειες και αντιπάθειες προς τους δασκάλους. Βλ. Χατζησαββίδης, Σωφρ., Ελληνική εκπαίδευση και πνευματική ζωή στην Τραπεζούντα του Πόντου (1461-1922) (Θεσσαλονίκη 1993), σελ. 80.
11. Τερζόπουλος, Αντ., «Η ανοικοδόμησις του Φροντιστηρίου Τραπεζούντας», Ποντιακή Στοά (1971), σελ. 80-81.
12. Ποντιακά Φύλλα, τόμ. 4-5 (1936).
13. Κτενίδης, Φ., «Το Φροντιστήριο Τραπεζούντας», Ποντιακή Εστία, ετ. 9, τ. 2-3 (1958), σελ. 4747.
14. Για τους εξαρχαϊσμούς ονομάτων στα εκπαιδευτικά ιδρύματα της Μικράς Ασίας, βλ. Πετροπούλου, Ι., «Μετονομασίες, εξαρχαϊσμός, εθνική ένταξη: Μικρά Ασία [19ος αιώνας]», Σύγχρονα Θέματα, περίοδος Β, τεύχ. 64 (Δεκ. 1997), σελ. 93-96, και το ίδιο άρθρο σε πιο ανεπτυγμένη μορφή( Πετροπούλου, Ι., «Μετονομασίες, εξαρχαϊσμός, εθνική ένταξη: Μικρά Ασία [19ος αιώνας]», Δελτίο Κέντρου Μικρασιατικών Σπουδών, τόμ. 12 (1997-1998), σελ. 169-188.
15. Κτενίδης, Φ., «Το Φροντιστήριον της Τραπεζούντος», Ποντιακή Εστία, ετ. 9 τεύχ. 2-3 (1958), σελ. 4743.